Yeni Türkiye’de, sadece Ertuğrul Gazi’nin değil, Abdülhamid’in de aslında birer “dizi kahramanı” olduğunu, tüm bu tarihi dizilerin İslami-Osmanlıcı mitolojiyi kitlelere taşıma misyonu üstlendiğini, yeni rejimin kültür politikalarından kaynaklandığını, tarihi yeniden yazma ve makbul vatandaş, daha doğrusu tebaa yaratma projelerinin bir parçası olduğunu biliyoruz.

Yerli diziler, emperyal hevesler, acı gerçekler

RTÜK’ün Tele 1’in yayınını 5 gün boyunca durdurmasından daha fecaat bir şey varsa, o da bu durdurmanın gerekçesidir. RTÜK, Merdan Yanardağ’ın “18 Dakika” adlı programda II. Abdülhamid hakkında söylediklerini kapatmaya gerekçe yapmış, mahkeme önce yürütmeyi durdurma kararı vermiş, daha sonra ise RTÜK’ün yaptığı itirazı kabul etmiş ve böylelikle Tele 1 ekranları karartılmıştır.  

Gerekçe fecaattir, çünkü yıkılmış bir devletin devrilmiş ve çoktan ölüp gitmiş bir padişahının, bir hanedan mensubunun hakkında söz söylemek, eleştiride bulunmak, gerçekleri dile getirmek suç olarak kabul edilmekte; üstelik bu, o devleti yıkan ve o hanedanı deviren rejimin hukuku üzerinden yapılmaktadır.

Burada, adı hep sansürle anılmış Abdülhamid’in ruhunun bu kez de RTÜK ve mahkemenin verdiği sansür kararıyla şad edilmesinden kaynaklı bir ironi yoktur sadece; daha da ironik ve trajik olanı, Cumhuriyet kurumları ve hukukunun Osmanlı’ya ve Osmanoğulları hanedanına kalkan yapılabiliyor olmasıdır.

Peki bunun münferit bir nitelik taşıdığı ve böyle genel değerlendirmelerde bulunmanın yanlış olduğu iddia edilebilir mi?

Bu soruya başka bir hadise üzerinden yanıt verilebilir. Bu yazı yazılmadan sadece bir gün önce, gazeteci Oktay Candemir sosyal medyadan yaptığı “Diriliş Ertuğrul ve Kuruluş Osman'dan sonra şimdi de TRT'de Uyanış Selçuklu başlıyor. Sırada; Bayılış Yavuz, Ayılış Fatih, Yatış Kanuni, Kalkış 4.Murat, Sızlayış Abdülhamit, Yalvarış Vahdettin var(!)” paylaşımı nedeniyle, TCK’nın 130. maddesine dayanılarak, yani “kişinin hatırasına hakaret” suçlamasıyla gözaltına alınmış, daha sonra da adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştır.

Ortada münferit hadiseler değil, “zamanın ruhu” vardır. Türkiye’de rejim değişmiş, rejim değişikliğiyle birlikte rejimin değerleri ve kutsalları da değişmiştir. Kadir Mısıroğlu ya da Fatih Tezcan’ın en iyi örneklerini teşkil ettiği gerici meczupluğun Atatürk’le ya da Cumhuriyet’le ilgili söylediği şeyler “Cumhuriyet” savcılarını harekete geçirmemekte ama Osmanlı’ya ya da İslam’a dair herhangi bir eleştirel cümle suç kapsamına alınmaktadır.

Peki buna şaşırmamız gerekir mi? Elbette ki hayır. Cumhuriyet yoksa hukuku da, savcısı da olmayacaktır doğal olarak. Tam da bu nedenle mesele, bu örneklerin de gösterdiği üzere, artık ortada bir cumhuriyet olmadığını görmek ve yeni bir cumhuriyet kurma iradesini siyasal alana taşımaktır, “başlangıç” burasıdır.   

Diziler, diziler…

Yeni Türkiye’de, sadece Ertuğrul Gazi’nin değil, Abdülhamid’in de aslında birer “dizi kahramanı” olduğunu, tüm bu tarihi dizilerin İslami-Osmanlıcı mitolojiyi kitlelere taşıma misyonu üstlendiğini, yeni rejimin kültür politikalarından kaynaklandığını, tarihi yeniden yazma ve makbul vatandaş, daha doğrusu tebaa yaratma projelerinin bir parçası olduğunu biliyoruz.

Ancak sadece bu değil; bu dizilerin, hatta genel olarak son dönemde çevrilen Türk dizilerinin iktidarın emperyal hevesler üzerine kurulu dış politikasının en önemli araçlarından biri olduğunu görmemiz gerekiyor.

TRT’de yayınlanan bir habere göre, Türk dizileri 140 ülkeye satılıyor ve dünya genelinde yaklaşık 650 milyon kişiye ulaşıyor. 2008 yılında dizi satışlarından elde edilen gelir sadece 100 bin dolarken, bugün bu tutar 350 milyon dolara ulaşmış durumda, önümüzdeki üç yıl içerisinde ise 1 milyar dolara ulaşılması hedefleniyor.

Haberin devamında dizilerin misyonu şöyle anlatılıyor: “Dizi ihracatında önemli bir role sahip olan TRT, Türk tarihini ve kültürünü dünyaya tanıtıyor. Diriliş Ertuğrul, Mehmetçik Kutlu Zafer ve Payitaht Abdülhamid dizileri milyonlara ulaşıyor. Yerli dizilerin ülke tanıtımına ve turizme katkısı büyük. Zira izleyen yabancıların yüzde 80’i Türkiye’yi ziyaret etmek istiyor. Yeni yasal düzenlemeler ile dizi ihracatı daha da kolaylaşacak. Türkiye’nin dizilerinin ulaştığı ülke ve insan sayısı artarken, Türk kültürü daha da yaygınlaşacak.”

Söz konusu dizilerin esas olarak içeriyi, içerideki “küçük adam”ın ruh dünyasını hedef aldığı açık ama iktidarın emperyal fantezilerini ve bu fantezilerin sınırlarını dalga geçmenin ötesine geçerek doğru bir şekilde anlayabilmek için de bu diziler bize önemli ipuçları veriyor. Bu dizilerin üzerine kurulduğu hikâye evreni, sözünü ettiğimiz emperyal dış politikanın söyleminin nasıl inşa edildiğini anlamak açısından da son derece önemli görünüyor.   

Sözünü ettiğim bu söylemin bir yanında “anti-emperyalizm”, diğer yanında “insani-İslami emperyalizm” bulunuyor. İktidar bir yandan “dünya beşten büyüktür” sözünde somutlaştığı üzere kendisini sözde bir anti-emperyalizm üzerinden konumlandırıyor, öte yandan “kimsenin petrolünde, gazında gözümüz yok, biz Suriye halkı, Libya halkı, Somali halkı çağırdığı için Suriye’deyiz, Libya’dayız, Somali’deyiz” denilerek emperyal heveslerin üzeri din kökenli ve sözde bir “insaniyet” söylemiyle örtülmek isteniyor.

Sözde anti-emperyalizm ve “insani” emperyalizm

Bundan yedi yıl önce, 2013’te, soL’da yazdığım  “Türk sağı, AKP ve anti-emperyalizm” adlı yazıda, “AKP’nin anti-emperyalizmi” ile ilgili olarak şöyle demiştim:

“Bu anti-emperyalizm doğrudan Tayyip Erdoğan’ın şahsında cisimleşir. Beyaz Türklere karşı zenci Türklerin, merkeze karşı çevrenin, elitlere karşı halkın, TÜSİAD’a karşı Anadolu Kaplanlarının sesi olma iddiası üzerine kurulmuş ve delikanlı jargonuyla tahkim edilmiş, kabadayı, Kasımpaşalı bir damardan beslenir. Bu kabadayı, Kasımpaşalı jargon, mağduriyet ve mazlumiyet söylemiyle süslenir ve öyle servis edilir. Sahte ve sözdedir, retorikten öteye gitmez, gerçeklikle herhangi bir bağı yoktur, hedef kitlesi ise sandığa gidecek olan ‘küçük adam’dır.”

Yedi yılın sonunda, bu söylediklerim halen geçerliliğini koruyor, ancak buna yeni eklemeler yapılması, birtakım güncellemelerde bulunulması gerekiyor.

Bugün gelinen noktada, karşımızda Cemaat ve liberallerle bağını koparıp MHP’yle ve eski rejimin güvenlik aygıtı içerisindeki unsurlarıyla ittifaka giden, Suriye’de, Libya’da ve Irak topraklarında ciddi bir güç bulunduran, çeşitli ülkelerde askeri üsleri bulunan, her seferinde geri adım atsa da özellikle Suriye’de bazen ABD ile bazen Rusya ile karşı karşıya gelen, Doğu Akdeniz’de Yunanistan, Mısır ve Fransa ile tehlikeli oyunlar oynayan, emperyal vizyonunu gizlemeksizin ortaya koyan bir iktidar var.

Öte yandan bu iktidarın elinde, derinleşen ekonomik krizin altını oymasına paralel bir şekilde, toplumu din soslu bir milliyetçilik ve militarizm ikilisi üzerinden süreklileşmiş bir teyakkuz/seferberlik halinde tutmaktan başka neredeyse hiçbir araç kalmamış durumda. Tam da bu nedenle iktidarın söyleminde “anti-emperyalizm”in dozunun 2013’e kıyaslandığında son derece artmış olduğunu söyleyebiliyoruz.

Kuşkusuz bu bütünüyle retorikten, demagojiden ibaret bir söylem. Yedi düvelin Türkiye’yi çökertmek için bir araya geldiği, Türkiye’nin ikinci bir kurtuluş savaşı verdiği, düşmanın Türkiye’nin en zayıf noktasına, yani ekonomiye saldırdığı, Türkiye’nin büyüme, ilerleme ve gelişmesinin istenmediği, dış mihraklar ve içerideki işbirlikçilerinin birlikte hareket ettikleri yönündeki argümanlar, emperyal ve militarist dış politikanın tamamlayıcı bir unsuru olarak karşımıza çıkıyor.

Bu ise eninde sonunda iktidarın bekasına tahvil ediliyor, iktidarla ve tepesindeki kişiyle Türkiye’nin kaderi ortaklaştırılıyor, iktidarın çöküşünün Türkiye’nin çöküşü anlamına geleceği söyleniyor ve bunun üzerinden hem millet-parti-devlet-lider özdeşliği yaratılıyor hem de muhalefet “milli çıkarlar” adı altında hizaya getiriliyor.

Öte yandan iktidar kendi emperyal heveslerini, “biz onlar gibi değiliz” iddiası üzerine kuruyor. Batının sömürgeci geçmişi hatırlatılarak, Türkiye’nin kimsenin toprağında ya da petrolünde/gazında gözü olmadığı, müdahale ettiği ya da nüfuzunu arttırdığı coğrafyalara sömürgeci olarak gitmediği, meselenin bütünüyle “insani” olduğu iddia ediliyor.

Bu “insani” misyona bir de “İslami-Osmanlıcı” değerler ekleniyor ve Türk sağının Osmanlı mitolojisine uygun bir şekilde ortaya attığı, “ecdad”ın da, yani Osmanlı’nın da fethettiği topraklarda hiçbir zaman sömürgecilik yapmadığı, oralara tanrının adaletini ve sözünü taşımak için gittiği yönündeki tezler, bugüne, bugünkü duruma uyarlanarak ecdadın izinden gidildiği demagojisi kitlelerin üzerine boca ediliyor. Rejimin “insani-İslami emperyalizmi” söylem düzeyinde özetle böyle işliyor.

“Hainliği” göze almak

Dış politika, sadece bizde değil, tüm dünyada muhalifler, solcular, sosyalistler açısından en zor başlıklardan biridir. İktidarlar “ulusal çıkarlar” adı altında yönetici sınıfın çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi sunarlar ve bunun için de milliyetçiliği körüklerler. Buna karşı çıkanlar ise kolaylıkla “vatan haini” damgası yerler. Öte yandan emperyal siyaset de yine kitlelerin milliyetçi duygularına oynar:  yeniden büyük devlet olmak, güçlü olmak, ülkeler fethetmek, bugünün sefaletinin, yoksulluğunun, açlığının üzerini örtmeye yarar. Bu gözbağcılığı ifşa edenlere, gerçekleri dile getirenlere de yine aynı şekilde hain damgası vurulur.

İktidarın bugün beka üzerine kurduğu dış politika, aslında ülkenin değil kendisinin bekasını gözetmekten başka bir şeyi hedeflememektedir, bu iktidar anti-emperyalist falan değildir, emperyalizmle pazarlık yapmayı amaçlamaktadır,  ulusal çıkar dedikleri şey ise küresel enerji şirketleriyle ortak olma hevesiyle bir avuç müteahhidi zengin etmekten başka bir şey değildir.

Bugün tanka, topa, tüfeğe, yoksul insanların sofrasından ekmeklerinin çalınması pahasına para yatırılmaktadır. Birileri emperyal hayaller görürken, birileri açlığın, yoksulluğun gerçeğiyle sınanmaktadır. Bu hamaset ve düşmanlık üzerine kurulu politikanın genç işsizliğine, asgari ücretle işe başlamaya, umutsuzluğa çare olmadığı açıktır.  Dolayısıyla dış politikanın da sınıfsal olduğu gerçeği bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır.  

İktidarın dış politikasının iç politikasının bir uzantısı olduğu, bu dış politikayı ifşa etmeden ve buna karşı çıkmadan içeride de bir adım yol alınamayacağı görülmeli, sahte anti-emperyalizme de emperyal heveslere de en ufak bir teveccüh göstermeksizin, topyekûn karşı çıkış üzerine kurulu bir tutum benimsenmelidir.

Bizi kurtaracak olan şey, başkalarının toprakları, petrolü, doğalgazı değil; fetih hayalleri, sağcı ergen fantezileri, kızıl elma palavraları hiç değil; kendi topraklarımızda eşit, adil ve özgür bir düzen kurma iddiası ve iradesidir.