İhtiyacımız olan şey düzenin kitleler için ürettiği rızanın, yani hegemonyanın karşısına bir karşı-hegemonya koyma, bunun yöntemlerini, araçlarını bulma zorunluluğudur. 

Daha fazla siyaset: Futbola da ekonomiye de

Son Trabzonspor-Fenerbahçe maçında yaşanan olaylardan sonra tedavüle giren en popüler yorumlardan biri tüm bu yaşananların gerisinde futbola siyasetin karışmasının olduğu yönündeydi, siyaset futbola müdahale ediyordu ve bu yüzden sahalarda böyle şeylere tanıklık ediyorduk.

Toplumsal ya da iktisadi, hiç fark etmez, asgari zekaya sahip herhangi bir kimse herhangi bir hadisenin arkasında siyasetin olduğunu ve siyaset olmasa bunların yaşanmayacağını söylüyorsa düz sahtekârdır, düz üçkağıtçıdır. 

Çünkü ilk olarak siyasi olmayan hiçbir şey yoktur, her şey politiktir ve ikincisi siyaset dediğiniz şey ideolojiden, tutumlardan, tavırlardan ayrı olarak ele alınamaz. Siyaset tek başına kötü bir şey değildir; iyi ya da kötü, ilerici ya da gerici, halkçı ya da halk düşmanı siyasi tutumlar, siyasi pozisyonlar vardır.

Örneğin Gezi zamanını hatırlayalım, kim spora siyasetin karışmasının kötü olduğunu iddia edebilir o dönemde yaşadıklarımıza baktığımızda? 

Farklı kulüpleri destekleyen ama kol kola girmiş birlikte direniş marşları söyleyen taraftarlar, Ali İsmail marşının yankılandığı tribünler, protestoların yükseldiği statlar, salonlar, Berkin için yapılan açıklamalar… Alın size spora siyasetin karışması. 

Demek ki mesele siyasetin herhangi bir şeye karışması değildir; esas ve önemli olan o siyasetin içeriği, karakteri, hangi toplumsal kesimlerin, hangi sınıfların yararına olduğu, kimin işine yaradığıdır. 

Aynısını ekonomiye uyarlayalım şimdi. Bize yıllardır öğretilmeye, kanıksatılmaya çalışılan şey siyasetin ekonomiye müdahale etmesinin, ekonomiye siyasetin karıştırılmasının kötü olduğu yönündedir. Çünkü ekonominin kendiliğinden işleyen kuralları vardır, piyasa kendi haline bırakıldığında dengeye gelmektedir ve bu nedenle de devletin ekonomiye müdahalesi minimum seviyede olmalıdır, aksi takdirde bu doğal denge bozulacak ve krizler devam edecektir.

Oysa dümdüz bir palavradır bu; ekonominin doğal kuralları yoktur, piyasa hiçbir zaman kendiliğinden dengeye gelmez ve kapitalizmin krizlerini engelleyen şey devletin piyasaya müdahale etmemesi değil, tam tersine müdahale etmesidir. 

Yani aslında esas mesele, “serbest piyasa” denilen şeyin liberaller tarafından sürekli aralarında uzlaşmaz bir çelişki olduğu iddia edilen devlet ve devlet müdahalesi olmadan yaşayamayacağını görmektir; her kriz konjonktüründe sermaye düzenini devletin piyasaya sermaye lehine müdahale ederek kurtarmaktadır, o müdahaleler olmadan serbest piyasa şuradan şuraya gidemez. 

Buradan şu meşhur “rasyonel politikalar” meselesine geçelim… 

Eğer devletin sınıfsal karakterini görmezseniz, kapitalist devletin rolünün kapitalizmin kısa ve uzun vadeli çıkarlarını sentezleyerek uzlaştırmak ve bunu da topluma kabul ettirmek olduğunu görmezden gelirseniz, ekonomi politikalarına da “rasyonel” ya da “irrasyonel” diye bakarsınız. 

Oysa ekonomi politikalarında kendiliğinden ve siyaset üstü bir rasyonalite yoktur; neyin rasyonel, neyin irrasyonel olduğunu belirleyen şey izlenen politikaların hangi sınıfın yararına ve hangi sınıfın zararına olduğudur. 

Formülü şöyle de koyabiliriz: Hangi sınıf için rasyonel, hangi sınıf için irrasyonel? 

İşte Merkez Bankası, yaklaşan kur şokunu engellemek adına, biraz da sürpriz bir şekilde politika faizini beş puan arttırdı ve işte bir kez daha “rasyonel politika” isteyen güya muhalif iktisatçılar, “siyaset ekonomiye müdahale etmesin” diyen holding profesörleri, işte piyasa tanrılarına tapan ve “bağımsız merkez bankası” diye ağzının kenarından salya akıtan zevat, bunu ayakta alkışladı.

İşte Erdoğan, çıktı ve gayet “rasyonel” bir şekilde aldığı maaş simit-çayla beslenmeye yetmeyen emekliye “para yok” dedi ve işte güya muhalif ama asıl vazifeleri bağlandıkları holding kapılarından halkı sermaye düzenine, patronlar iktidarına ikna etmek olan bu zevat, sosyal güvenlik sisteminin ve emeklilik hakkının bir “ponzi sistemi” olduğunu söylemeye başladı. 

Napolyon’a atfedilen bir söz vardır: “Kılıçla her şeyi yapabilirsiniz ama kılıcın üzerine oturamazsın” diye. Bunu Gramsci’nin “hegemonya” diye formüle ettiğini biliyoruz, daha yakından bakalım.  

Nedir hegemonya? En kısa tarifiyle “rıza artı zor”dur. Sermaye düzeni polisiyle, askeriyle, istihbaratıyla her zaman zora başvurur ama sermayenin egemenliğinin sürmesi için bu yetmez; bir de kitlelerin rızasının alınması, bu düzene ikna edilmeleri gerekir. 

Hegemonya, sermaye sınıfının kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları gibi gösterme kabiliyeti anlamına gelir; bunun için de her zaman ideoloji ve ideolojik aygıtlar kullanılır. O aygıtları da her zaman sermayenin entelektüelleri, akademisyenleri, yazarları, çizerleri işletir, kullanır. 

Bugün bizzat Mehmet Şimşek’in kendisinin ya da Erdoğan’ın, bir süre sonra boğaz sıkmaya dönüşecek kemer sıkma programına kitleleri tek başlarına ikna etme gücü yoktur ve muhtemelen bunun böyle olmadığını seçim sonuçları kısmen de olsa gösterecektir. 

Hele muhalif kitleleri ikna etme güçleri hiç yoktur ama örneğin sürekli “yapısal reformlar”dan söz eden, sürekli faiz artışı isteyen, sürekli enflasyonun gerisinde ücret artışlarının olduğunu söyleyerek suçu yine emekçilere atan, sürekli rasyonel politika adı altında sermaye sınıfının çıkarları adına izlenen ekonomi politikalarını savunan, “servet vergisi” lafını duyunca ürperen “muhalif” iktisatçılar, bunu Erdoğan’dan da Şimşek’ten de daha iyi başarmaktadır. 

Kendisine muhalif diyen çoğu beyaz yakalı, ofis çalışanı kitlenin, olan bitenin ekonomi-politiğini ve iktidarın sınıfsal karakterini anlamamasının gerisinde bu sözde muhalif kanaat önderlerinin çok büyük bir rolü vardır. İşçi sınıfının bir parçası olup kendisini orada görmeyen milyonlar başlarına gelenin ne olduğunu anlamanın fersah fersah uzağındaysa bunun gerisinde en çok da kanaat önderi belledikleri holding profesörleri bulunmaktadır.  

Dinselleşmeye, gericiliğe, tarikatlara, cemaatlere itiraz eden, bunlarla derdi olan milyonların, tüm bunların gerisinde Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarının bulunduğunu görememesi, siyasal İslam’la sermaye düzeni arasındaki bağlantıyı kuramaması, Koç’u, Sabancı’yı, TÜSİAD sermayesini cumhuriyetçi, seküler sanması, bankaların, holdinglerin ulusal gün ve bayramlarda çektiği reklam filmlerine gözyaşı dökmesi, düzenin kurduğu hegemonya ile ilgilidir ve bunun kuruluşunda “muhalif” kanaat önderlerinin, iktisatçıların, akademisyenlerin büyük rolü vardır. 

O halde ihtiyacımız olan şey futboldan ekonomiye, sanattan eğitime her şeye daha fazla siyasetin karışmasıdır, daha çok siyasettir. Ama bankaların, şirketlerin, patronların, dinci gericiliğin yürüttüğü, dinci, gerici, ırkçı siyaset değil, halkın siyasetidir, halkın çıkarları adına halkla birlikte yapılan siyasettir ihtiyacımız olan. 

Ama bu da yetmez; ihtiyacımız olan şey düzenin kitleler için ürettiği rızanın, yani hegemonyanın karşısına bir karşı-hegemonya koyma, bunun yöntemlerini, araçlarını bulma zorunluluğudur. 

Milyonların düzenden umudunu kestiği ve düzen dışı seçeneklere yöneldiği ama karşısında yine alternatif olarak dincisiyle, milliyetçisiyle sağcılığı gördüğü bir döneme girdiysek bunun üzerine çok ciddi bir şekilde düşünmemiz gerekmektedir; çünkü bu toplam, doğru araçlar ve mekanizmalar geliştirilebilirse hiç beklenmedik sıçramalarla yüzünü sola dönebilme potansiyeline de sahiptir.

Sokak siyasetinin nasıl izleneceğinden hangi protesto yöntemlerinin geliştirileceğine, emekçilere, yoksullara, gençlere hangi araçlarla ulaşılacağından sosyal medyanın nasıl çok daha etkili bir şekilde kullanılacağına uzanan bir genişlikte karşı-hegemonyanın nasıl kurulacağı en önemli meselemizdir.

Sol fikirlerin, solun bu ülkede tuttuğu yerin, yarattığı değerlerin, bu ülkenin tarihinden solu çıkardığımızda geriye hiçbir şey kalmayacağının, solun olmadığı bir gelecekte bildiğimiz anlamda bir Türkiye’nin de olmayacağının kitlelere anlatılması… 

Yani halkın yüzünü dönüp “bunlar bu konuda ne diyorlar, ne yapabilirler, ne yapacaklar” diye soracağı ve “evet, haklılar, yapabilirler” diyeceği bir karşı-hegemonyanın inşa edilmesi… 

Meselemiz budur.