Sınıftan yola çıkarak hem yoksulluğun gerisindeki şeyin sermayenin aklı olduğunu hem de o akılla nasıl mücadele edebileceğimizi öğrenebiliriz.

Balık ekmekten ıstakoza: 'Sınıfsaldır' 

“Sosyal medyanın üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Sınıfın hayaleti.” Manifesto’ya referansla yazdığım bu cümle sosyal medyada birkaç gündür devam eden bir tartışmaya dair aslında. Çoğunluğunu gençlerin, üstelik Marksist olduğunu söyleyemeyeceğimiz gençlerin yürüttüğü bu tartışmada “sınıfsaldır” sözcüğü anahtar rol oynuyor ve bu sözcük üzerinden neyin sınıfsal olup neyin olmadığı tartışılıyor. 

Bu ise daha çok kişisel deneyimler üzerinden yapılıyor; örneğin tartışmanın çıkış noktasını çocukken denizden çıkıp hamburger yemenin, yani aslında deniz tatili yapmanın sınıfsal olduğu yönündeki bir paylaşım oluşturuyor. Tartışmada herkes kendi yedikleri, içtikleri, giydikleri, daha doğrusu yiyemedikleri, içemedikleri, giyemedikleri üzerinden, yani kendi yoksulluklarından yola çıkarak neyin sınıfsal olduğunu anlamaya, anlatmaya, göstermeye çalışıyor. 

Peki bu bir tesadüf olabilir mi? Victor Hugo, “zamanı gelmiş bir fikir kadar güçlü bir şey yoktur” der, sınıfı ve sınıfsal olanı tartışmanın zamanı gelmişse eğer -ki buna dair işaretler var- bunun tesadüfi, rastlantısal olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Benim bu soruya vereceğim yanıt “hayır” şeklinde olacak; çünkü eğer fikirler maddi dünyanın ve onun somutluğunun zihnimizdeki yansımaları ise şu an içinde bulunduğumuz somutluk kadar sınıfı ve sınıfsallığı tartışmaya çağıran çok az dönem bulunuyor yakın tarihimizde.

Neden peki? Nedeni basit: Türkiye tarihinin en derin ve en hızlı yoksullaşma süreçlerinden birinden geçiyoruz da ondan. Karşımızda enflasyonla mücadele adı altında halkı bile isteye yoksullaştıran, onun alım gücünü azaltmayı hedefleyen, adım adım kemer sıkmadan boğaz sıkmaya doğru ilerleyen bir sermaye programı var. 

Eğer sermaye sınıfı bir program izliyorsa, o programın da temel hedefi emeğiyle geçinen milyonları, işçileri, memurları, emeklileri yoksullaştırmaksa elbette ki yoksullaştırılan sınıflar da tam da o yoksulluğun ortasında yoksulluklarını sorgulamaya başlayacaklar, kendi hayatları üzerine konuşacaklar.

İşte “sınıf” kavramı ve neyin sınıfsal olup olmadığı sorusu, o sorgulamaya yanıt verebilecek elimizdeki yegane araç olma niteliğini taşıyor. Sınıftan yola çıkarak hem yoksulluğun gerisindeki şeyin sermayenin aklı olduğunu hem de o akılla nasıl mücadele edebileceğimizi öğrenebiliriz. Karşımızda bir sınıfın kendi çıkarları adına uygulamaya koyduğu bir program varsa, bizim de yani emeğiyle geçinenlerin de emeğin aklına ve çıkarlarına dayalı bir programı olması gerektiğini görebiliriz. 

Sınıfa ve sınıfsallığa dair gündem sosyal medyayla da sınırlı değil üstelik. Örneğin bayram tatilini ve ücretsiz ulaşımı fırsat bilip İstanbul’da dolaşmaya çıkan yüz binlerce emekçiye bakalım. Onların yılda en fazla bir ya da iki kez Eminönü’nde tur atabilmelerinin kendisi dahi sınıfsal. Eminönü’nde yapılan sokak röportajlarından birinde, inşaat işçisi bir babanın çocuğu olan 17 yaşındaki bir gencin hayatında denizi ilk kez bu kadar yakından gördüğünü ve mahallelerinden Eminönü’ne gelen otobüsün bayramda ulaşımın ücretsiz olması nedeniyle ilk kez bu kadar dolu olduğunu, babanın ise sadece çocuklarına balık ekmek alabildiklerini ve kendi yiyeceklerini evden getirdiklerini söylemesi… Evet, sınıfsal olan tam olarak bu. 

Peki insanların yılda sadece bir kez gidebildikleri Eminönü’nde ailece balık ekmek yiyememeleri mi sadece sınıfsal olan? Elbette ki değil. AKP milletvekili Şebnem Bursalı’nın Monaco’dan paylaştığı ıstakoz fotoğrafı da AKP eski Çankırı milletvekili ve 31 Mart seçimlerindeki belediye başkan adayı Hüseyin Filiz’in Maldivler tatilinde verdiği poz da Rahmi Koç’un Miami’deki bir kulüpte eğlenmesi de sonuna kadar sınıfsal. 

Çoğunluğun giderek yoksullaştığı, azınlığın ise giderek zenginleştiği, dünya sefalet endeksinde beşinci sıraya yerleşmiş bir Türkiye tablosu var karşımızda ve bunun akılsızlıkla, cehaletle, rasyonel olmamakla uzaktan yakından ilgisi yok. Bilakis bilinçli, planlı, programlı bir yoksullaştırma programı var karşımızda; çünkü sermaye sınıfının zenginleşmesi geniş kitlelerin yoksulluğundan, sefaletinden geçiyor. 

Bu mekanizmanın işleyişine dair iki basit örnek verelim. İlki Merkez Bankası’nın 2023 yılında 818.2 milyar TL zarar etmesi olsun. Daha iyi anlaşılsın diye söyleyelim, bu dolar bazında 25 milyar dolar zarar demek. Peki niye zarar etmiş Merkez Bankası? Çünkü Kur Korumalı Mevduat’a verilen faizlerin bir bölümü Hazine’den bir bölümü de Merkez Bankası’ndan karşılandı. Peki bunun anlamı ne? Bu, halkın parasının ve kamunun kaynaklarının paradan para kazanan bir avuç sömürgene, yani patronlara aktarılması demek. 

Ve ikincisi, bütçe açığı. Bütçe açığı ilk üç ayda 2023’ün toplam bütçe açığının yarısına ulaşacak şekilde 513 milyar lira oldu. Faize giden para ise 250 milyar 476 milyon lirayı buldu. Peki bu ne demek? Bu, halktan toplanan vergilerin -ki Türkiye’de vergi yükü bütünüyle halkın sırtında- zaten vergi ödemeyen patron sınıfına faiz aracılığıyla aktarılması demek.

İster Merkez Bankası kasasından ister devlet bütçesinden olsun, yapılan faiz harcamaları ve gelir aktarımları neyin sınıfsal olduğunu bize çok net bir şekilde gösteriyor. Halktan sermaye sınıfına, çoğunluktan azınlığa servet transferi yapılması için oluşturulmuş iki mekanizma var karşımızda ve bunlar devasa sömürü düzeninin sadece iki mekanizmasını oluşturuyor. 

Türkiye’de halk bugün doğrudan Erdoğan tarafından desteklenen IMF’siz IMF programıyla, yani Şimşek programıyla yoksullaştırılıyor. Zamlar, vergiler, faizler, yılda tek sefer yapılacak asgari ücret zammı, 10 bin lira maaşa mahkum edilmiş emekliler, açlık sınırının altındaki milyonlar, asgari ücret civarına sabitlenmiş ortalama ücretler, bunların hepsi kemer sıkma programından boğaz sıkma programına geçişle ilgili ve hepsinin de gerisinde Türkiye’nin sermaye düzeninin çıkarları var.

Eğer halk 31 Mart’ta sinyallerini verdiği üzere bu gidişata dur diyecekse, bunun sandıkta kalmaması, hele hele ne zaman yapılacağı belli olmayan seçimlere hiçbir şekilde endeksli olmaması gerekiyor. Nasıl ki 80’lerde, 90’larda kemer sıkma programlarının karşısına toplumsal muhalefet alanlardan, meydanlardan ses vererek çıktıysa bugün de yapılması gereken tam olarak bu. 

Bunun için ise geçen haftaki yazıda da değindiğim üzere mutlaka bir programa, emeğin acil taleplerini içeren, halkı o talepler etrafında birleştirecek ve politize edecek, üstüne koyarak gidilebilecek bir programa ihtiyaç var. 

Bu programın merkezinde ücret ve maaşlar yer almalı. 2025 yılına kadar zam yapılmayacağı söylenen ve şimdiden açlık sınırına yaklaşan asgari ücrete temmuz ayında zam yapılması 1 Mayıs’ın da temel taleplerinden biri olacak şekilde toplumsallaştırılmalı, bu eksende bir mücadele başlatılmalı. Buna mutlaka memur ve emekli maaşlarına yapılacak cüzi miktarda zammın gündem yapılması eklenmeli ve ücret başlığında birleşen bir mücadele zemini yaratılmalı. 

Ücret mücadelesine mutlaka vergide adalet talebi eklenmeli ve halkın üzerindeki vergi yükünün aşağı çekilip sermayenin vergi yükünün artırılması bir mücadele başlığı haline getirilmeli. Bir “servet vergisi” tartışmasını da kamuoyunun gündemine getirecek şekilde, KDV ve ÖTV oranlarının aşağıya çekilmesi, bordrolu çalışanların vergi dilimlerinin düzenlenmesi, Kurumlar Vergisi’nin gerçek anlamda uygulanıp şirketlerden, holdinglerden gerçek anlamda vergi alınması gibi talepler toplumsal-siyasal bir mücadelenin konusu yapılmalı.

Açlık sınırının altında geliri olan tüm hanelere insanca gıda, kira, eğitim desteği sunulması, devlet okullarında okuyan her çocuğa günde en az bir öğün gıda verilmesi, tarımsal üretimin teşviki için köylüye gereken tohum, gübre yakıt vs. desteğinde bulunulması, lüks ithalatın, faiz, borsa kazançlarının vergilendirilmesi, sıcak para hareketlerinin kontrol edilmesi, fiyat denetimleri , gıda enflasyonu ile ilgili önlemler alınması vs. gibi çok sayıda başlık da emeğin ve halkın alternatif programının bir parçası olmalı. 

Türkiye’nin önümüzdeki en az bir yıl boyunca temel gündemi Şimşek programı ve halkın yoksullaştırılması olacaksa düzen muhalefetinin de bu programla esastan bir derdi yoksa, hatta programın gizli destekçiliğini yapacaksa, sol halkla birlikte hem böyle bir programı yazmak hem de hayata geçirmek ve her şeyin sınıfsal olduğunu göstermek için elini taşın altına koymalı. Solun da halkın da aradığı çıkış için başlangıç noktası tam olarak burası çünkü.