Siyasetin dili öylesine sağcılaşmış durumda ki, Atsız gibi bir figür bile, siyasetin marjındaki yerinden alınıp merkeze taşınabiliyor.

Nihal Atsız Parkı: Yeni normal

Yıl 1944, günlerden 3 Mayıs. Ankara Adliyesi’nin önünde bir kalabalık toplanmış. İçeride iki ismin, iki eski arkadaşın, Sabahattin Ali ile Nihal Atsız’ın davası görülmektedir; dışarıdaki “Türkçü gençler” Atsız lehine sloganlar atıyor, komünizmi lanetliyorlar. 

Meselenin evveliyatını anlamamız için birkaç ay öncesine gitmemiz gerekiyor. Nihal Atsız, sahibi olduğu Orhun isimli dergide, önce Şubat, sonra da Mart aylarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na iki açık mektup yazmıştır. Mektubun sahibine göre komünistler Türkiye’deki faaliyetlerini artırmakta ve devlet içerisinde hızla örgütlenmektedirler. Bu örgütlenmenin en yoğun olduğu yerlerden biri ise Hasan Ali Yücel’in Maarif Vekâleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı’dır. 

Atsız’a göre devlet, koynunda “kızıl gözlü, sinsi ve zehirli” yılanlar beslemektedir ve bu yılanlar yarın “yurt köşelerinde vazife aldıkları zaman, ilk işleri baltalama işlerine girmek olacak, vatanı arkadan vuracaklar, bekledikleri kızıl sabahı Türkiye’ye getirecek olan yabancı ordulara ajanlık edeceklerdir.” Şimdiden “toplu ve teşkilatlı” bir şekilde hareket eden komünistler “komünizm aleyhtarı ve Türkçü Türkiye’de sinsi sinsi her yere el atmışlar, mühim mevkilere geçmişler, tuttukları köprübaşlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza” girişmişlerdir.

Atsız “komünist komplosu”na karşı devleti bu şekilde uyardıktan sonra, komünist olduklarını iddia ettiği bir isim listesi yayınlar ve Saraçoğlu’ndan bu isimleri görevden almalarını ister. Atsız’ın ihbar ettiği isimlerden biri olan Sabahattin Ali, Atsız’ı mahkemeye verir ve ilk duruşma 26 Nisan 1944’te görülür. İşte Atsız yanlısı kalabalık, ikinci duruşmanın görüldüğü 3 Mayıs’ta adliyenin önündeki eylemi yapacak, 9 Mayıs’ta ise Atsız Ali’ye hakaretten dört ay hapis cezasına çarptırılacak ve cezası ertelenecektir. 

Ancak Atsız’ın ve Atsız yanlıların hesaba katmadığı bir durum vardır. Devlet, Nazilerin yenilgisinin yaklaşmakta olduğunu görmüştür ve bu ise 2. Dünya Savaşı boyunca izlenen Nazi yanlısı ve Sovyet düşmanı politikadan çark edilmesini gerektirmektedir. Bu çark edişin sonuçlarından biri, başını Atsız’ın çektiği Sovyet düşmanlığını körükleyen Nazi sempatizanı çevrelerin tasfiyesi olacaktır; yani dönemin tek parti iktidarı, savaş sonrası Sovyetler Birliği ile arayı yeniden düzeltme hesapları adına Atsız ve arkadaşlarına yönelik siyasi bir operasyona girişecektir. 3 Mayıs’taki eylem de işin tuzu biberi olmuş, süreci hızlandırmıştır. 

18 Mayıs günü İçişleri Bakanlığı tarafından İstanbul İl Sıkıyönetim Komutanlığı’na “gereğinin yapılması” için gönderilen yazının ardından, aralarında Atsız’ın da olduğu 57 kişi gözaltına alınır ve 23’ü hakkında tutuklama kararı verilir. Bu 23 kişi, 7 Eylül 1944’te mahkeme karşısına çıkarılacak ve Türkiye’nin siyasal yaşamına “Irkçılık-Turancılık Davası” olarak geçecek olan dava böylece başlayacaktır.

7 Eylül 1944’ten 29 Mart 1945’e kadar yapılan atmış beş duruşmanın sonunda, tutuklu 23 kişiden, aralarında Atsız’ın da bulunduğu 10’una hapis cezası çıkacak, ancak karar temyiz mahkemesi tarafından bozulacak ve yeniden yargılamaya hükmedilecek, sanıklar da serbest kalacaktır. 

Yeniden yargılamada ise mahkeme bütün sanıkların beraatına, hem de “Türkiye’de ırkçılık yapmanın suç olmadığı” gerekçesiyle karar verecektir. Çünkü savaş bitmiş ve yeni bir savaş, yani Soğuk Savaş başlamış, Türkiye yönetici sınıfı hızla ABD’ye yanaşmış, Sovyetler Birliği ise savaş boyunca yaşananları unutmamış, dolayısıyla ilişkilerin kolay kolay düzelmeyeceği görülmüş, Turancıların cezalandırılması ihtiyacı da ortadan kalkmıştır. Zaten kısa süre sonra hem Atsız hem de diğer Turancılar, antikomünist birer Soğuk Savaş neferi olarak siyaset sahnesindeki yerlerini yeniden alacaklardır.   

Atsız ve Türkçü faşizm 

Peki “Irkçı-Turancı akım”ın baş ideoloğu payesini vermemiz gereken Atsız’ın fikirleri nelerdir, ırkçılık ve Turancılık Türkiye siyaseti açısından ne anlama gelmektedir? 

Bu soruları yanıtlayabilmemiz için öncelikle “ırkçı-Turancı” tabirinin “yetersizliği” üzerinde durmamız gerekiyor. Evet, bu davada yargılananlar kendilerinin ırkçı ve Turancı olduğunu kabul etmektedirler, ancak bu tabir olan biteni anlamak için yeterli değildir. Sonradan kitaplaştırılan doktora tezimde de ileri sürdüğüm üzere, bu akım ırkçı ve Turancıdır evet ama aynı zamanda faşizmin ve Nazizm’in birçok argümanını devşirip Türk milliyetçiliği ile sentezlemeye çalışmakta, Türk milliyetçiliğini faşist ideolojinin evrensel şeması içerisine yerleştirmek istemektedir. Dolayısıyla “Türkçü faşizm” adlandırması çok daha yerinde görünmektedir. 

Atsız’ın milliyetçiliği, “kafatasçı” olmaktan ziyade, Nazi ideolojisine uygun bir şekilde, kan ve soy esası üzerine kurulu bir milliyetçiliktir. Elindeki pergel benzeri bir araçla eve gelen misafirlerin kafataslarını ölçüp onlara Türk olup olmadıklarını söylemesi işin “mizah” kısmıdır, çünkü esas mesele kan ve soydur.  Atsız’a göre “millet”, dil, kültür, hukuk, vatandaşlık bağına değil, kan ve soya dayanır; sadece aynı kandan ve soydan gelenler aynı milletin, aynı ulusun üyesi olabilirler. Örneğin, Sibirya’da yaşayan bir Saka ya da Litvanya’da yaşayan bir Kıpçak hiç Türkçe bilmese dahi soy itibariyle Türk’tür, Türkiye’de yaşayan bir “zenci”nin ise Türkçeyi ne kadar iyi konuşursa konuşsun Türk sayılması mümkün değildir.

Atsız Türk olabilmenin hiyerarşisini, “kanı Türk olmak”, “dili Türk olmak”, “dileği Türk olmak” şeklinde sıralar ve kanı saf Türklerden oluşan bir milletin, melezleşmiş bir millete kıyasla çok daha kuvvetli olacağını, bir ülkenin güçlü olmasının yolunun kan ve soy itibariyle homojen bir nüfus yapısından geçtiğini söyler. Bu zırvaların hepsi ise Hitler’in Kavgam’ından devşirilmiştir.  

Atsız da Hitler’e ve bütün Nazi ideologlarına benzer bir şekilde, antisemitisttir. Yahudilerden “asırlardan beri sahtekârlık ve dolandırıcılıkla yaşayanlar” şeklinde bahseder ve aynı anda dünyaya gelen biri Türk diğeri Yahudi çocuğa aynı eğitim verilse, Yahudi dili öğretilse bile Türk çocuğunun yine doğru ve yiğit, Yahudi çocuğunun ise sahtekâr ve korkak olacağını iddia eder. 

Atsız’ın tarih okuması da Hitler gibi kan ve soy esası üzerine kuruludur. Milletler kanlarının saflığını korudukları sürece güçlü kalır, melezleştikçe zayıflarlar. Osmanlı İmparatorluğu da kanın saflığını koruyamadığı, melezleştiği, Arnavutlar ve Çerkezler gibi saf Türk olmayan yönetici ve komutanları yüksek makamlara getirdiği için yıkılmıştır.

Atsız, fikirlerinin Nazi Almanya’sından ithal olduğu fikrine şiddetle karşı çıkar ve her ne kadar bugünkü mahcup takipçileri inkâr etse de, gayet dürüst bir şekilde, sadece Yahudilere karşı olduğunu iddia ettiği Nazi ırkçılığından farklı olarak kendilerinin ırkçılığının “her millete karşı” olduğunu söyler. 

Atsız’a göre Türkçülerin “en kutlu hedefi Turan’dır” ve Turancı olmayan bir kimsenin Türkçü sayılması mümkün değildir. Turan ise sadece kültürel değil siyasi bir hedeftir, yani tüm Türklerin tek bir devlet çatısı altında birleşmesidir. 

Bunun olabilmesi için gençler ırkçı bir eğitim politikasıyla yetiştirilmeli, kız ve erkek çocukları ayrı okullarda okumalı, çocuklar ilkokuldan itibaren askeri bir eğitime tabi tutulmalıdır. Özellikle “küçük sınıflarda kız ekseriyeti arasında kalan bazı erkek çocukların erkeklik ruhlarını kaybettikleri ve kısmen avareleştikleri muhakkak”tır. Genç kızların görevi anneliğe, erkeklerin görevi ise savaşa hazırlanmaktır. Bu nedenle de “ilkokul talebesine verilen sınırsız hürriyet derhal kaldırılarak çocuk sıkı bir disiplin muhiti içine alınmalı”dır. İdealindeki toplumu ise şu cümlelerle ortaya koyar: 

“Acaba bilhassa gençlerimizin ve bilhassa kızlarımızın zehirlenmesine engel olmak için bütün memlekette sinemalar kapatılsa, erkek ve kadın plajları ayrılsa, roman ve hikâyeler sansürden geçse ne olur? Demokrasi, hürriyet suya düşüp medeniyet yok mu olur?” 

Atsız, 1944 sonrası siyasetin içerisinde doğrudan yer almaz ama teorik üretimine devam eder. Ayrıca 1950’lerde çeşitli milliyetçi dernekler kurar, 1960’larda ise manevi talebesi Türkeş’in siyasete girmesinde aktif rol oynar ve CKMP’nin MHP’ye dönüşüm sürecini destekler. Ancak 60’ların sonunda, Soğuk Savaş konseptine uygun bir şekilde ve ABD’nin yönlendirmesiyle rotayı Türk-İslam sentezine doğru kaydıran Türkeş’le saf bir Türkçülük anlayışını savunan Atsız’ın arası açılır. Öyle ki ülkücü gençlere Atsız’ın kitaplarının okunması yasaklanır, Atsızcılar şiddet aracılığıyla, hatta cinayetlere de başvurularak MHP’den tasfiye edilir. Öyle ki, Atsız 11 Aralık 1975’te öldüğünde, Türkeş milliyetçilik konusunda kendisine bildiği her şeyi öğreten ustasının cenazesine dahi gitmeyecektir. 

Yeni normal 

Başakşehir’le Paris Saint Germain arasında geçen hafta oynanan Şampiyonlar Ligi karşılaşması esnasında maçın dördüncü hakeminin yardımcı antrenör Webo’ya “negro” diyerek yaptığı ırkçılığın yarattığı infiali hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz başka bir şey ise hadise sonrası büyük bir riyakârlık müsameresinin sergilenmiş olması. Öyle isimlerden öyle ırkçılık karşıtı mesajlar geldi ki o gün olaya dair, adeta Hitler de mezarından kalkıp “no to racism”, “ırkçılığa hayır” diye açıklama yapsa, şaşırtıcı olmayacaktı.  

Bunlardan ikisi, MHP ve İYİP, maçtan iki gün sonra, Atsız’ın ölüm yıldönümünde, anma mesajları yayınladı. MHP’nin mesajında “yüzde yüz Türk olduğun gün dünya senindir” denilirken, İYİP adına Akşener tarafından yapılan paylaşımda Atsız’dan “Türk milliyetçiliği fikrinin kıymetli temsilcilerinden, hislerimizin tercümanı” şeklinde söz ediliyordu. 

Ayrıca, bir süredir konuşulduğu üzere, İYİP’in talebiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Maltepe’deki bir parka Nihal Atsız ismini vermeyi kabul etmiş, İYİP de desteklerinden dolayı ülkücülükle son derece yakın bağları olduğunu bildiğimiz İmamoğlu’na teşekkür etmişti. 

Riyakârlık müsameresi tam olarak buradaydı işte:  İki gün önce ırkçılık karşıtlığı yapanların, iki gün sonra Atsız anmasında ortaklaşmasında, Atsız’ın adını bir parka vermekte uzlaşmalarında ve tüm bunların sıradan hadiseler olarak kabul edilmesinde, en ufak bir tepki uyandırmamasında, tüm bunları yapmakta politik ya da etik en ufak bir sakınca görülmemesinde. 

Peki bu müsamere, nasıl oluyor da böylesine pervasızca sergilenebiliyor, nedir bunun sırrı? 

Bu sorunun çok basit bir yanıtı vardı aslında: Türkiye’de siyaset, öylesine sağa çekmiş durumda ki, “Türkiye toplumu özü itibariyle sağcıdır” palavrası öylesine genel geçer bir doğru haline gelmiş durumda ki, siyasetin dili öylesine sağcılaşmış durumda ki, Atsız gibi bir figür bile, siyasetin marjındaki yerinden alınıp merkeze taşınabiliyor, taltif edilebiliyor ve bu taşıma ve taltif işlemi normalleştirilebiliyor, sıradanlaştırılabiliyor.   

Bu merkeze taşımanın, normalleştirmenin sonuçları üzerine kafa yormak gerekmiyor mu peki? “Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler” anlayışının Türkiye’yi nereye götürdüğü, AKP-sonrası Türkiye siyasetinin nasıl bir veçheye bürüneceği, siyasetin ve toplumun böylesine bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmasının sonuçları, örneğin böyle bir demokrasinin nasıl bir demokrasi olacağı üzerine düşünmek gerekmiyor mu? 

12 Eylül’ün ve 90’ların “solkırım” operasyonun ideolojik/politik boyutta devam ettiği, Türkiye’nin solsuzlaştırıldığı ve sağ bir toplumsal mühendislik projesi doğrultusunda dönüştürüldüğü, bunun da reel politik üzerinden, yani oy oranları, ittifaklar, seçmen kitlesi vs. üzerinden meşrulaştırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Hal böyle olunca, önceliğin “ne pahasına olursa olsun bu iktidardan kurtulmak” olduğu yönündeki iddianın vardığı yer eninde sonunda Türkiye’yi solsuzlaştırmak ve sağın başka versiyonlarına mahkûm etmek oluyor, Türkiye toplumuna sağın alternatifi olarak başka bir sağ gösteriliyor.  

Çok açık ki, iktidarıyla muhalefetiyle, Türkiye’ye içinde solun yerinin olmadığı bir “yeni normal” dayatılıyor, bu “yeni normal”e teslim olmamak, boyun eğmemek gerekiyor.