Adına seçim dedikleri tuhaf gösterilerin elhak çok sık sergilendiği, ne kadar anlatılsa eksik kalacak bu koşullarda, “Asıl 1 Nisan sonrasına bakın” diyenlere kulak vermek gerekiyor.

Ne kampanyaydı ama!

Daha bitmedi gerçi, ama son iki gününe girmiş bulunuyoruz. Bu sürede kayda değer atılımlar olur mu, göreceğiz.

Çok iyi bir izleme ya da haber alma sürecine dayanmasa da birtakım saptamalar yapılabilir belki; genelleme ve öngörülere ulaşılabilir. Yalnız, değer mi değmez mi, ondan emin değilim. Bu kayıtları koyduktan sonra devam edebiliriz.

Sözcüğü tekil olarak kullanmakla, iktidarıyla muhalefetiyle düzen partilerinin ayrı ayrı yürüttükleri kampanyalardan değil, tümünün az çok ortak yanlarını gözeten tek bir kampanyadan söz etmenin doğru olacağını sanıyorum. Böylece,  bu kampanyanın belki  en önemli özelliğini de vurgulamış oluyoruz: Düzen sınırlarının dışına çıkmamaya özen gösteren, bu özenin sonucu olarak özü ve biçimi bakımından ciddi farklar göstermeyen, ama bu arada atıp tutma düzeyinin hep yüksek tutulduğu bir tür göstermelik kavga. Buraya daha iyi gidecek kayıkçı dövüşü ya da kavgası deyimini artık kullanmak istemiyorum; çünkü önüne gelenin diline düştü, dillerine dolayanların önemli bir bölümü ise hiçbir konuda, ama özellikle dilde  benzerlik izlenimi yaratmamak gerektiğini düşündüğüm kimseler.

Kampanyanın hemen göze çarpan bir başka özelliği, yalan dolanın yaygınlaşması ve bunun bilerek, tasarlayarak, ileri teknoloji yardımıyla gerçekleştirilmesi. Bu ileri teknoloji sözleri bende şöyle bir çağrışıma yol açıyor: Çok eskiden, iktisat öğrenciliği yaparken, büyük ölçek-ileri teknoloji derdik, bunların birbiriyle bağlantılı olduğu, ileri teknoloji kullanımının ölçeğin büyümesini gerektirdiği anlamında. Şimdi, burada da böyle bir ilişkinin varlığından söz edilebileceğini sanıyorum. Önceki cümlede söylediğimin ters yönünde bir ilişki: Yalan dolan üretiminin ölçeğini ve yaygınlığını genişletmek için ileri teknoloji kullanımı bir zorunluluk oluyor. Denebilirse, her zaman, ama özellikle seçim dönemlerinde, bu yalan dolan üretimi ve dağıtımı, başarılı bir kampanyanın “mütemmim cüzü”, bütünleyen parçası olmuş durumda.

Öte yandan, merkezi iktidar çevrelerinin seçmeni daha önce pek görülmemiş bir açıklık ve sıklıkla tehdit etmelerinin bir siyaset yapma biçimine dönüştüğü görüldü. Bize oy vermezseniz şunu unutun, bunu aklınıza bile getirmeyin, berikini boşuna beklemeyin yollu konuşmaların birçok yerde yinelenmesiyle karşılaşıldı.

Sanki yerel yönetim seçimleri değildi yapılacak olan. Saçma sapan sözlerle dile getirilen vaatler arasında, yerel yönetimlerin görev ve yetki alanına girmeyen, dolayısıyla, gerçekleştirilmesi daha baştan mümkün olmadığı belli olanlar da küçümsenmeyecek kadar çoktu. O arada yaşanmakta olan yoksulluğun ulaştığı boyutların bir göstergesi olarak, ağzını açan aday “dar gelirli” yurttaşların maddi yardımlara bağlanacağından söz ediyordu.

Genel olarak kampanya boyunca tutturulan üsluba ise hiç değinmeyelim en iyisi. Şöyle demek mümkün: Onca laf kalabalığı, bağırış çağırış, kıyamet arasında düpedüz belden aşağı küfürlerin edilmediğini düşünmek pek gerçekçi görünmüyor doğrusu. Öyle “dümdüz gidenler” de herhalde eksik olmamıştır ve onlar utanma duygusundan kaynaklanan bir tür toplumsal sorumluluk kaygısıyla sansür edilmiştir.

Bir de kampanyanın son günlerine doğru, hâlâ eski alışkanlıkla bakan denilen görevlilerinin neredeyse tümünün, neredeyse değil eksiksiz tümünün cepheye sürülmesine tanık oldu yurttaşlar. Bunlar arasında özellikle dış işlerine bakma görevi verilmiş kişinin, örneğin İstanbul’da ya da Ankara’da dükkân dükkân dolaşarak esnaf ziyaretleri yaparken neler anlattığı, pek çok insan için esaslı bir merak uyandırmış olabilir. Benim için öyle oldu da o yüzden söylüyorum.. Kimileri umutlu bekleyişlerle, kimileri çaresiz kendisini karşılayanlara “Bizim adaya oy verirsen Gazze’de Müslüman kanı dökmeye doymayan Yahudi canileri daha kolay durdururuz” yahut “Bizimkini seçersen, yakında Amerikan keferesinin karşısına çıkarken elimiz kuvvetlenir ki, bildiğin gibi değil!” demiş olabilir mi acaba?

Ya da kısa süre öncesine kadar valilik yaptığı İstanbul’un çarşılarında, sokaklarında dolaşıp kendi partisinin adayına oy isteyen dış değil iç işlerine bakma görevi verilmiş kişinin aklına, bir zamanlar kendi yerinde oturan eski bakanların seçimlere üç ay kala istifa etmek zorunda oldukları takılmış mıdır? Canım, o uygulamanın gerekçesi olan tarafsızlığı, bakanların yerlerine getirilmesi “teamül” olmuş onların memuru durumundaki müsteşarlar mı sağlıyordu sanki, diyerek kendilerini haklılaştırmış da olabilir elbette.

Seferberlik ilanına uyarak sahaya çıkan bütün o bakanların kendi başlarına değil, yardımcısından danışmanına, özel kaleminden korumasına kadar küçük birer ordu ile birlikte dolaşmaları ise köklü bir gelenektir. O geleneğin varlığını ve bütçe imkânlarına dayanmadan sürdürülebilir olmadığını iyi bilenlerden biri olarak gazeteci Barış Terkoğlu, dünkü yazısını, işin yargı boyutuna ilişkin çarpıcı görünen sıradan bir örneği aktararak ve “kurumların işlevli, iradenin özgür, propagandanın serbest” olmaktan çıktığı bugünkü ortamı vurgulayarak şöyle bitiriyordu: “Elini tutuyorlar, damgayı istedikleri yere vuruyorlar. Buna seçim diyorlar”.

Adına seçim dedikleri tuhaf gösterilerin elhak çok sık sergilendiği, ne kadar anlatılsa eksik kalacak bu koşullarda, “Asıl 1 Nisan sonrasına bakın” diyenlere kulak vermek gerekiyor. Bunun Nisan1 şakası olmayacağını bilerek.

Bütün bunlara karşılık, halkın ilgi düzeyinin bu kez geçmiş dönemlerdekinin çoğundan daha düşük göründüğü kampanyada gerçekten farklı sesler de vardı kuşkusuz. Eğer kitlelere hiç değilse belli ölçülerde ulaşmışsa, bu tür örneklerin tablonun olumlu yönünü oluşturduğu ileri sürülebilir. Sözgelimi, “komünist belediyecilik” denen bir yaklaşımın varlığını öğrenip anlamış insanlar ne kadar çoksa, böyle bir olumluluktan söz etmek o kadar kolaylaşır.

Örgütlü halkın belediyelerin yönetimine etkin katılım kanallarının açılması; emekçilerin barınma, ulaşım, eğitim, kültür, vb. temel haklarının sağlanması; kadınların ve çocukların hayatlarının kolaylaştırılması; belediyelerin kapitalist şirketler gibi yönetilmekten kurtarılması ve oralarda çalışan emekçilerin belediye yönetimlerine katılımının sağlanması; ırkçı, dinci ve mezhepçi örgütlenmelere izin ve/veya destek verilmesinin sona erdirilmesi; yerli ve yabancı sermayenin çeşitli yollarla belediyelere müdahalelerinin önlenmesi... Bütün bunlar, ne kadar uygulama şansı bulabilirse, belediyeler için duydukları en güzel söz “çalıyorlar, ama çalışıyorlar”dan öteye geçmeyen emekçi halk için çölde vaha etkisi yaratabilecek ilkelerdir kuşkusuz. O ilkelerin benimsenip yaygınlaşması, onlara uygun hareket eden belediyelerin yaratılıp çoğaltılması, toplumsal mücadelenin gelişip güçlenmesine ciddi katkılar sağlar.

Öyledir de bu tür kazanımlar ile onları elde etmek için kullanılacak kaynakların bir karşılaştırması yapılmadan olmaz. Daha da önemlisi, benzer bir karşılaştırmayı ya da muhasebeyi böylesi kazanımlar  ile onların asıl hedefe katkılarını ele alarak yapmayı ihmal etmemektir. Yoksa, küçük ama emin adımlarla gidiyoruz, meyvelerini topluyoruz, diye diye dere tepe düz gitmek, sonra dönüp arkaya bakınca bir arpa boyu yol gitmiş olduğunu görmek, mümkündür.