Gerçeklikle ilgisi kopmuş fantezilere kapılmamak için olabildiğince nesnel verilere dayanarak konuşup yazma gereği var.

Olanlar, olacaklar

Olanlar oldu zaten. Dolayısıyla, olanlara ilişkin yazacaklarımız, onlar arasından bir seçme yaparak görece önemsiz bulduklarımızı konu dışı bırakmak, daha önemli gördüklerimizi ise öne çıkarıp yorumlamaya ve anlamaya çalışmak olabilir.

Olacaklar dediğimizde ise, ister istemez, bir önceden görme ya da tahmin etme çabasına girilecek demektir. Böyle bir çabanın kantarın topuzunu kaçırma anlamına gelecek fantezilere dönüşmesini önlemenin yolu da olabildiğince nesnel verilere dayanmaktan geçer herhalde.

Seçim kampanyasının sönüklüğüne olup bitenler arasındaki önem sıralamasında önlerde yer vermek, yanlış olmaz sanıyorum. Sönüklük derken, seçmen kalabalıklarının partilerin toplantılarına ve öteki çalışmalarına katılma konusundaki isteksizliğini akılda bulunduruyorum. Bunu gözlemlerine ve sözlerine güvenilir siyasetçilerle aynı güvenilirliği hak eden sıradan yurttaşların izlenimlerine dayandırdığımı söyleyebilirim. Seçmen yığınlarındaki ilgisizliğin ya da ilgi düşüklüğünün nedenlerini ise ikiye indirgeyebiliriz. Birincisi, seçim sonuçlarının her günkü yaşamlarının artık olağandışı boyutlara ulaşmış dayanılmazlığına bir çözüm getiremeyeceği umutsuzluğudur, denebilir. İkincisine gelince, ilkiyle de bağlantılı olarak, Türkiye seçmeni kimi zaman aralarındaki süre bir yılı bile bulmayan seçimlerden yorgun düşmüştür; bıkıp usanmıştır da diyebiliriz.

Bu dediğimizde bir gerçek payı varsa eğer, katılım oranının yüzde 78’in hemen üstünde gerçekleşmesine bakılarak seçmenin sandığa gitmediği sonucunun çıkarılmasını, iktidar partisindeki açık yenilginin ileriye dönük umutsuzluk yaratmasını önleme çabasına  bağlamak mümkün görünüyor. Nitekim, o yorumları dile getiren iktidar çevreleri de küstürdüğümüz seçmeni ileride nasıl yeniden sandığa götürebiliriz sorusuna yanıt bulmaya çalışır görünüyorlar.

Oysa, özellikle gelişmiş denilen kapitalist demokrasilerde, seçimlere katılım oranlarının son onyıllar boyunca düşüş eğilimi gösterdiği, sık sık da “dip yapma” deyişini haklı çıkaran düzeylere indiği biliniyor. Bu durumda yüzde 78’i, bizdeki kapitalizmi bilmem de, demokrasimiz açısından bir gelişmişlik göstergesi, daha doğrusu gelişmişliğe doğru gidişin bir göstergesi saymak yanlış mı olur acaba? Neden olsun, biraz da eğlenmek ayıp değil ya!

Çeşitli koalisyonlarla yirmi yılı aşkın uzun bir süredir işi götürmeyi beceren iktidar partisinin bu kez seçimi kaybettiği, değme istatistik yalanlarını kıskandıran küçük ortak dışında, hemen hemen kimsenin itiraz etmediği bir sonuç olarak kabul gördü. Ancak, buradan “yalancı” da olsa bahara doğru giden bir yol bulunmaz. Olup bitenlerin ülkemizin bahar mevsimine girişine rastladığı belli olmasına bellidir de, bizim coğrafyamızda, baharın geldiğini sanıp erken açan çiçeklerin ani soğuk vurgunlarıyla kavrulup gittiğine hep tanık olmuşuzdur.

Olacaklara gelince…

Başlarken değinmiştik. Gerçeklikle ilgisi kopmuş fantezilere kapılmamak için olabildiğince nesnel verilere dayanarak konuşup yazma gereği var. Buna özen göstermekle birlikte, çaresi yok, öznel yanı ağır basan bir yaklaşımla elemeler yaparak olabileceklere, daha doğrusu, onların bazılarına değinebiliriz.

Bir kez, yaz başlarına doğru, oldukça geniş bir Irak operasyonunun tasarlandığı  hatırlanacaktır; resmi ağızlardan açıklanmıştı. Bunun için adı geçen ülkeye hâlâ bakan olarak anılan bazı üst  düzey görevliler gönderildi, oradaki merkezi hükümetle görüşmeler yapıldı. Ancak, 9 Mayıs’ta Biden’ın ev sahipliğinde bir Biden-Erdoğan görüşmesinin programlandığı da duyurulmuştu. Bu görüşmenin ve uzantılarının sözü edilen askeri operasyonların genişliği ile süresini, hatta yapılıp yapılmamasını etkileyici sonuçlar yaratması şaşırtıcı olmaz. Ayrıca, aynı görüşmenin, iktidarın başta Rusya olmak üzere dış ilişkilerinde şu ya da bu önemde birtakım değişikliklere yol açması da olasılık dışı değildir.

İktidarın, daha doğrudan bir anlatımla, Erdoğan’ın seçimden sonraki ilk saatlerden başlayarak dile getirdiği yeni durumun muhasebesini yapma çerçevesinde ortaya çıkabilecek gelişmeler, bugüne kadar alışılagelmiş olanlardan daha farklı, daha kapsamlı bir nitelik taşıyabilir. Burada kendi içine çekidüzen verme, bunun için cezalarla ödüllere başvurma ve benzeri adımların atılmasını, şiddeti de tamamlanma süresi de henüz yürütücüsünün zihninde belirginleşmemiş bir süreç olarak düşünmek doğru olur. Bu arada, bazı bakanların görevden alınmasını belli varsayımlarla anlayıp yorumlama eğilimleri yaygınlık kazanacaktır. Sözgelimi, bana sorulursa, eğer adalet işleriyle görevli kişi görevden alınırsa, bunda Van’daki belediye başkanı mazbatası skandalının da etkili olduğunu varsaymak, gerçekliğin büsbütün dışına düşme anlamını taşımayacaktır.

Şöyle bir olasılık da hiçbir biçimde akla getirilmemesi gerekenler arasında yer almıyor: Erdoğan’ın biraz can sıkıcı olmaya başlayan, bundan sonra da bu yanı ağırlık kazanabilecek olan küçük ortaktan kurtulmayı hiç düşünmediğini sanmak saflık olur. Küçük ortaktan kurtulurken kaybedilecek parlamento içi desteğin başka yerlerden sağlanması imkânsız görünmüyor. Üç potansiyel kaynaktan söz edilebilir: Parçalanma ve dağılma eğilimleri gösteren Akşener partisi, bunlardan biridir. Geçen yılki seçimlere gidilirken bazı çok bilmiş siyasetbilimcilerin ne müthiş politik mimari diye göklere çıkardıkları Kılıçdaroğlu patentli “altılı masa”nın armağanları olarak parlamentoya taşınmış milletvekilleri, bir başka potansiyel kaynaktır. Nihayet, ilk bakışta biraz fantezi gibi görünse bile, küçük ortağın kendisi de uygun koşullar oluştuğunda potansiyel kaynakların üçüncüsüdür. Bu üç kaynaktan yapılacak transferler, her ne kadar Bahçeli’nin demir disiplini altındakiler kadar güvenilir olmasa da,  sayı bakımından daha geniş bir toplam oluşturmaktadır. Üstelik Erdoğan artık deneyimli bir politikacıdır ve politikanın hiç risk almadan yapılamayacağını öğrenmiş olsa gerektir. Hele yeni kuşaklarda bulunmasını özlediği ve kendisinin de bir özelliği olduğu rivayet edilen kindarlıktan uzaklaşmayı başarabilirse, kazandığı deneyimden daha etken biçimde yararlanması işten bile olmaz.

Biri iktidar partilerinin hiç sözünü etmedikleri, öbürü çokça sözünü ettikleri iki olasılık daha var. İlki, erken genel seçim. Bunu Erdoğan’ın çok sinirlendiği durumlar dışında hiç ağzına almaması ve başkalarınca gündeme getirilirse polemikleri ikinci üçüncü sıralardaki sözcülerine bırakması beklenir; en azından uzunca bir süre boyunca.  İkincisi olan yeni anayasa konusunu ise parlamento başkanı çoktandır dillendiriyor. En son birkaç gün önce 1921 anayasasının bir tür model alınarak muhalefetle görüşülebileceğinden söz etmişti. Çarşamba akşamı bir televizyon programına katılan önde gelen DEM Parti yetkililerinden birinin, bunun sorulması üzerine, 1921 tarihli o metinde devlet dininin belirlenmesine, dolayısıyla laikliğin anayasada yer almayışına, cumhuriyetinse zaten gündemde olmayışına hiç değinmeden parlamento başkanının önerisinin görüşülebilir olduğunu belirtmesi dikkat çekiciydi.

Daha fazla uzatmadan bağlamak gerekirse, her iki konu da, anayasa konusu biraz daha öne çekilmekle birlikte, yukarıda bazı ayrıntılarına değindiğimiz parlamento içi hareketliliklerle etkileşim içinde biçimlenmeye aday görünüyor.

Olabilecekler konusunda seçici bir yaklaşımla bütün bu söylenenler, birtakım olasılıkların serbestçe dile getirilmesinden öteye gitmiyor; bazıları gerçekleşebilir, bazıları bilmiş bilmiş yorum yapanları şapa oturtabilir. Oysa, gelişmişiyle geri kalmışıyla ömrü uzadıkça zulmü artan her türlü kapitalist düzenin emekçi sınıflara sundukları içinde iki sözcüğün, işsizlik ve pahalılığın,  bir gün elbet paramparça edilecek kader olarak durduğu kesinlik taşıyor. İsteyen, şu son satırları okuyunca, yazıyı “Hey gidi Doktor hey!” diyerek de bitirebilir.