Vahşisinin de evcilinin de yeri aynıdır, ama neresidir? İki seçenek akla geliyor: Ya tarihin çöplüğü ya da kötülükler müzesi.

Vahşisinin de evcilinin de yeri aynıdır

Kapitalizmden söz ediyorum. “Vahşi kapitalizm” tamlaması çok kullanılmıştır, hele şimdilerde iyice çoğaldı bu kullanım. “Öyle olanı kötü olmasına kötü de, öyle olmayanı da var neyse ki!” diyebilmenin yolunu açmak için…

“Vahşi kapitalizm” derken çok uzaklarda kalmış bir geçmişten söz etmek değil amacım; hayır, bugünü, yaşadığımız günleri aklımda bulundurarak konu ediyorum bu deyimi. Demek istiyorum ki, “vahşi” sıfatı, tam da hâlâ içinde yaşamakta olduğumuz kapitalizmi niteliyor; ona kayda değer bir aykırılık oluşturmuyor.

Dünyaya egemen olanını bir yana bırakalım ya da, ancak kendi ülkemizdekiyle bazı bağlantıları gerektirdiğinde değinmek üzere, olabildiğince konu dışı tutalım.

Vahşisinden söz edilebildiğine göre, eskilerin alışkanlığıyla davranıp kavramın karşıtından hareket ederek, kapitalizm denilen bu şeyin bir de evcil olanının bulunduğunu düşünebiliriz. Doğrudur, adı böyle konmasa da, vardır. Kapitalizmin çeşitli ödünler verdiği, deyiş uygunsa, yumuşar gibi olduğu ya da düpedüz yumuşadığı dönemler, hatta insanlara “Yok canım, bu kadarı da olmaz, bu artık kapitalizmden başka bir şey!” dedirttiği dönemler bile olmuştur. Ben demem de, diyenler olabilir. Buraya kadarında yanlışlık yok. Ama, dönemlerin doğrusallık ve tutarlılık izleyerek, başka bir anlatımla, en başta vahşetin ve azgınlığın en sonda yumuşama ve dinginliğin yer aldığı bir çizgide, sonraki öncekine göre açık seçik bir ilerleme anlamını taşıyan içerikte ortaya çıktığı düşünülürse, hayır, bu doğru değildir. Kapitalizmin sertleşme ve yumuşama, azgınlık ve dinginlik, baştaki sözcüklere dönersek, vahşileşme ve evcilleşme dönemlerinin daha kötüden daha iyiye doğru, adım adım, aşama aşama gerçekleşmesi nerede kalmış, kötünün iyinin yerine geldiği, hatta bütün bunların değişik biçim ve şiddetlerde iç içe geçtiği söylenebilir.

Bunun hemen ardından belirtilmesi gerekense, vahşinin evcilleşmesini sağlayanın, kendi içindeki ve/veya dışındaki karşıtlarının gücü ile direnişi olduğudur. Kapitalizmin egemenliği altında yaşayan ve acı çekenler ile ondan koparak ayrı bir dünya yaratmanın peşine düşenlerin gittikçe artan gücü ve direnişi, kapitalizmi kâh ölümcül bir korkuya sürükleyerek kâh basbayağı burnunu sürterek evcilleştirmiştir. O güç ve direniş azaldığında ya da geçici bile olsa ortadan kalktığında ise vahşet, hem de yepyeni boyutları ile ve çoğu kez artan bir şiddette, yeniden ortaya çıkmıştır.

Ayrıca, sadece kaba şiddetinde değil biçiminde ve uygulanışında ortaya çıkan değişiklikler de vahşeti tanımlamak bakımından önemlidir; örtbas edip gizlemekte, hiç değilse, hafifsetip mazur göstermekte kullanılabilir. Sözgelimi, kapitalizmin ilk dönemlerinde, günde 17-18 saat çok ağır koşullarda çalıştırılan işçilerin, kaytarma ve disiplinsizlik benzeri nedenler, daha doğrusu, bahanelerle bağlanarak dövüldükleri bir tür kurumlaşmış uygulama durumundaki “kırbaçlama direği”, vahşetin en kaba ve en açık göstergesi olarak herhangi bir açıklama gerektirmez; eski ve tumturaklı deyişle, her nevi izahtan varestedir. Ama bunlar çok geride kalmıştır, denebilir. Peki, komşu ocakta göçük altında kalmış ya da yanıp kavrulmuş arkadaşlarının cesetlerine bile ulaşılamamışken yer altına inip çalışmak zorunda bırakılan işçilerin ya da 10 yıl, 15 yıl “eşşek gibi” çalıştıktan sonra, pek yalın bir “iktisadi kriz var” gerekçesiyle kapının önüne konulup çoluk çocuk ana-baba evine taşınmak zorunda kalan emekçilerin nesnesi oldukları eylemin adı vahşet değilse, nedir?

Sadece çalışma hayatı, toplumsal üretimin gerçekleştirilmesi, onun içinde olup bitenler biçiminde anlatılabileceklerle de kalmıyor insanların başına gelenler.

Yine, sözün gelişi, komşu ülkedeki insan kardeşlerinin savaşta yakılıp yıkılmış evlerinin barklarının yeniden yapımına yardımcı olmak için birçok kentten toplaşıp yola çıkmış, oraların çocuklarına armağan götürmek üzere yanlarına oyuncak bebekler neyim almış gencecik insanların, bir bahçenin içinde, birdenbire, paramparça edilip havaya saçılmalarına ne diyeceğiz? Yoksa, bu bir vahşet sayılmaz mı, ya da sayılsa bile, “bunun kapitalizmle ne ilgisi var” denebilir mi? Yoksa, kapitalizmde demokrasi olduğu için o gençler rahat rahat ve özgürce haberleşmişler, yine aynı özgürlük içinde ta sınıra kadar gelip basın toplantısı yapmışlar, ama dikkatsizlik yahut tedbirsizlik, hani her gün trafik kazalarında oluyor ya, onlara benzer, bir dalgınlık, belki ihmal ve işte size facia! Olmasa iyiydi ama, oluyor işte! Böyle mi diyeceğiz?

Ülke dışına çıkıp özneleri değiştirince de düşünsel vahşet ürünleriyle karşılaşabiliyoruz. Örnek olsun, siyasete katılmanın yerini piyasaya girmek almaktadır, yurttaşın yerini de tüketici, diyen ünlü tarihçi Hobsbawm, pek cakalı kehaneti çabuk fos çıkmış Fukuyama’yı alaya almıştı. Bu niteliksiz yaygaracı, küçük mahalle bakkalı yerine süpermarketten alışveriş yapmayı seçmek gibi, oy kullanmamayı seçmenin de insanların yaptığı demokratik bir seçimi yansıttığı fikrini ciddi ciddi ileri sürüyordu bir yerde. Hobsbawm’ın alaycı şaşkınlığına benzer bir tepkiden fazlasına değer mi?

Demokrasiyi “serbest” piyasa ile özdeşleştiren eğilimlerden etkilenerek, bir zamanlar bizim Yalçın Hoca’nın küfür niyetine yaptığı yakıştırma ile anacağımız “sarhoş faşist” Yeltsin’in başkanlık gücüne erişmesini özelleştirme ve piyasa adına olması nedeniyle “demokratik” sayanlar için “ikna” çabasının işe yarayacağı kolayca ileri sürülemez herhalde. Yine benzer nedenlerle faşist general Pinochet’nin, serbest seçimlerle gelmiş Salvador Allende’den daha demokratik olduğunu ileri sürenlere efendice kulak vermenin sabrını zorlamayacağı kimse de bulunamaz.

Bir de son günlerimizi dolduran yaratılmış felakete bakalım sözgelimi.

Hâlâ altın denilen sarı şeytana ulaşmaya uğraşırken önlerine gelen her şeyi yıkıp parçalayan vahşilere ne demeli? Lapseki’den Osmaniye’ye, Fatsa’dan Bergama’ya, Gümüşhane’den Kaz Dağları’na, Artvin’den Muğla’ya kadar ülkemizin her karış toprağını kazıp patlatıp kurutanlara vahşi ya da evcil demek, yaptıkları işin özünü değiştirir mi?

Yaklaşık 150 yıl kadar önce Engels adında bir adam çıkıp şunları yazmamış sanki: “… hiçbir vakit, başka topluluklara egemen olan bir fatih yahut doğa dışında bulunan bir kişi gibi doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, öteki yaratıkların tümünden farklı olarak onun yasalarını tanıma ve doğru biçimde uygulayabilme üstünlüğüne sahip oluşumuzdan öteye gitmez.”

Toparlarsak, insana ve doğaya uygulanan vahşetin dönemden döneme, ülkeden ülkeye birtakım farklılıklar gösterebilen görünümlerini eksiksiz olarak sergilemek ne mümkündür, ne de gerekli. Emekçiler açısından az önce sözünü ettiğimiz “kırbaçlama direği” günlerinin çok geride kalmış olması, herhangi bir güvence sağlamıyor. Vahşetin ya da kapitalistlerin ve onların adamlarının boyun eğmeyenlere karşı suçlama olarak yineleyip durdukları, ama asıl kendilerinin estirdikleri terörün yukarıda değindiğimiz birkaç görünümü, öyle unutulmaya yüz tutmuş bir geçmişte kalmadı; yaşamakta olduğumuz zamanın ürünleri.

Kapitalizm, onun ilerilik ya da gelişkinlik anlamında değil, yıkılmadan önceki en son yahut en yüksek aşaması olarak emperyalizm, her zaman vahşi olmuş, hep vahşet üretmiştir. Vahşet, kimileyin iş bulup çalışamadığı için ya da bulabildiği işte çalışırken ölmektir; kimileyin savaşa karşı barışı savunurken paramparça edilip havaya uçurulmaktır; kimileyin sömürü ve baskı karşısında eşitlik ve özgürlük için mücadele ederken vurulup kırılmak damlara tıkılmaktır; kimileyin de bunların tümümü birden, iç içe, art arda yaşamaktır.

Sonuç olarak ve kısacası, kapitalizm ile emperyalizmi, bunların ilkeli ile gelişmişini, zorba olanı ile demokratik olanını, baskı ve tutsaklık getireni ile uygarlık getirenini arayıp bulmaya, iyisini kötüsünden daha az kötü olanını en kötüsünden ayırt etmeye çalıştıkça, biz insanları bekleyen, sadece vahşet olacaktır. Apaçık, kaba saba olarak ya da inceltilmiş, örtülüp gizlenmiş olarak, ama ille de vahşet!

Başlığa dönüp soralım öyleyse: Vahşisinin de evcilinin de yeri aynıdır, ama neresidir? Geçmişe değil geleceğe dönük olarak düşünüldüğünde, iki seçenek akla geliyor: Ya tarihin çöplüğü ya da kötülükler müzesi. Daha doğrusu, önce kesin kurtuluş anlamında ilki, sonra kulağımıza küpe olsun diye ikincisi…