Şimdiye kadar nasıl İngiltere devrimlere karşı güvenceli bir ülkeyse, Churchill’in heykeli de dikildiği Parlamento Meydanı’nda öyle güvence içinde tarihe meydan okuyordu. Ama bitti, hiçbir yerde sermayeye güvence yok, İngiltere’de bile!

İngiltere hep böyle mi kalacak?

İngiltere’nin dünya tarihinde önemli bir yeri var.

Modern kapitalizmin ilk geliştiği ülke. Bir dönemin aydınlanma coğrafyası. Sanayi devriminin beşiği.

Ve bunlarla birlikte modern işçi sınıfının doğduğu ülke.

Programsız ve yöntemsiz de olsa ilk işçi ayaklanmaları İngiltere’de ortaya çıktı. Makine kırıcılar. Çartist hareket.

İngiliz işçi sınıfının Marksizm öncesi Çartist hareketine yeterince önem vermedik, düzen içi talepleri de olsa işçi sınıfı ayaklanmasını örgütleyen bir şiddeti bulunuyordu.

İngiliz burjuvazisi soylulukla da uzlaşarak bütün dünyayı sömürmeye başladı. Batı Afrika’dan elde edilen köleler en korkunç koşullarda İngiltere’ye ve oradan Amerika’ya taşındı. Amerika’da birkaç yıl çalışıp ölecekleri büyük tarım plantasyonlarında çalıştırıldılar. Buradan elde edilen pamuk tekrar İngiltere’ye tekstil fabrikalarına döndü ve tekstil ürünleri sömürgeleştirilen bütün dünya pazarlarına. Bütün halkların acıları üzerine inşa edilen bu sermaye birikimi aynı zamanda Londra’yı dünyanın finans merkezi yaptı. Mali sermaye ve güçlü Sterlin bir kez daha dünyaya hükmetmenin aracı oldu. Ama her durumda İngiliz donanması bu hükümranlığı dosta düşmana hatırlattı.

İngiliz burjuvazisi İngiliz işçi sınıfının önderlerini düzene bağlamakta güçlük çekmedi. 19. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde öylesine düzen için bir güven aralığı oluşturmuşlardı ki Avrupa’nın bütün devrimci mültecilerine ev sahipliği yapmaktan çekinmediler.

Kapital İngiltere’de yazıldı.

Birinci Enternasyonel İngiltere’de kuruldu.

Ama İngiltere’de işçi sınıfının devrimci bir kalkışması söz konusu olmadı. Devrimler İngiltere’den kaçtı, doğuya yöneldi.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ABD karşısında güç yitirmeye başladı. ABD’nin üretim gücüne yetişmesi mümkün değildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist düzenin hegemonyası ABD’ye geçti.

Emperyalist hegemonya değişiminde araştırılmaya değer bir örnek oldu. Hiç gerilim olmadı mı aralarında, oldu. Ama savaşa varan bir gerilim yaşanmadı. İngiltere açık ara güçlü olan ABD’nin yancısı olmayı tercih etti. 

ABD’nin dünya halklarına karşı askeri, siyasi operasyonlarının işbirlikçisiydi. 

Sermaye birikiminde yeni bir model kuruldu. Sanayi devriminin gerçekleştiği ülke üretimden giderek çekilirken reel üretimin yerini hizmet ve mali sektörler doldurdu.

Londra dünyanın mali merkezi haline geldi. Yakın zamana kadar günlük 187 milyar dolar yabancı döviz ticaretiyle tüm mali merkezlere üstünlüğü vardı. ABD mali sermayesinin de Londra’ya yerleştiğini unutmayalım. Dünyadaki şirket birleşme ve satın alma işlemlerinin yarıya yakını Londra’da yapılıyordu.

İşçi sınıfını bu olanaklarla düzen içinde tutmayı başardılar. 1990’lı yıllarda işçi sınıfına karşı başlatılan hak gaspları ve yerel işçi ayaklanmalarına rağmen düzeni tehdit edecek boyutta bir toplumsal olay gerçekleşmedi.

Bu kazanılmış hakların gaspı içinde sağlık örgütlenmesinin dağıtılması ve sağlığa ayrılan kaynaklarda kesintiye gidilmesinin sonuçları koronavirüs pandemisi esnasında ortaya çıktı, İngiltere en çok ölümün görüldüğü ülkelerden biri oldu.

İngiltere zaten Avrupa Birliği’nden çıkmasının ve Avrupa pazarına serbest erişim hakkını yitirecek olmasının sarsıntısını yaşıyordu. Pandemi ekonomiyi çok kötü vurdu. Aşağıdaki grafik İngiltere’nin pandemi sonrası durumunu dünya ülkeleri ile karşılaştırıyor.

Grafik pandeminin birinci dalgasında ve olası ikinci dalganın gelmesi durumunda ülkeler ve dünyada GSYİH’da küçülme oranları tahminini veriyor. Şu anda %11 civarında küçülme yaşayan İngiltere’nin ikinci dalgaya uğraması durumunda en ağır şekilde etkilenen ülkelerden biri olacağı görülüyor. Bu haliyle Avrupa’nın güney kuşağına yaklaşıyor.

Görüldüğü gibi İngiltere daha önce bahsettiğimiz Avrupa’nın Güney kuşağı ülkelerine benziyor. İtalya, İspanya, Fransa ve Yunanistan gibi büyük bir çöküş yaşıyor ve bunun nerede duracağı belli değil.

Bu koşullarda İngiliz işçi sınıfı sadece köle tüccarı Colson’un heykelini nehre atmakla yetinmedi, muhtemelen ilk kez Churcill’in heykeline yöneldi.

Fotoğrafta İngiliz hükümetinin Churchill’in heykelini koruma altına aldığı görülüyor.

Churchill birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarında çok önemli bir rol oynamış çaplı bir devlet adamıydı, yani alçağın önde gideniydi. Azılı bir sosyalizm düşmanıydı, öyle ki 1945’ten sonra Sovyetler Birliği’ne karşı nükleer silahların kullanılması için yapılan lobinin şampiyonuydu.

Şimdiye kadar nasıl İngiltere devrimlere karşı güvenceli bir ülkeyse, Churchill’in heykeli de dikildiği Parlamento Meydanı’nda öyle güvence içinde tarihe meydan okuyordu.

Ama bitti, hiçbir yerde sermayeye güvence yok, İngiltere’de bile!