Böylesine büyük bir yoksulluğun, böylesine derinleşmiş bir sefaletin yönetilebilmesi için hem sopaya hem de tevekküle ihtiyaç var.

Genelge ve ötesi

Önce KHK’lar geldi… 15 Temmuz darbe girişiminin ardından iktidar ülkeyi Olağanüstü Hal İdaresi altında ve Kanun Hükmünde Kararnameler’le yönetmeye başladı. Anayasa gereği, çıkarılan KHK’ların sadece OHAL ilanı gerekçesi kapsamında olması gerekiyordu ama KHK ile düzenlemesi yapılmayan neredeyse hiçbir konu kalmadı.

Muhalefet “OHAL kaldırılmadan herhangi bir seçim yapılamaz” demediği için, rejimi değiştirecek anayasa referandumuna OHAL koşullarında gidildi. Muhalefetin en ufak bir itirazı olmaksızın mühürsüz oyların da geçerli sayılmasıyla birlikte, fiili olarak inşa edilen rejim anayasal statüye kavuşturuldu ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildi.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle birlikte Kanun Hükmünde Kararnameler’in yerini Saray Kararnameleri aldı. Buna bağlı olarak TBMM’nin işlevi daha da azaldı ve yapılan kanun sayısı azalırken kararname sayısında bir patlama yaşandı. Egemenliğin mekânı artık Meclis değil Saray olmuştu. 

Salgın süreciyle birlikte Saray Kararnameleri’ne –bakanın siyasal özerkliğini artırma niteliğine sahip- İçişleri Bakanlığı genelgeleri eklendi. Genelgeler çoğu zaman kanunları ve anayasayı bypass eden bir nitelik taşıdı, normalde kanunla yapılması gereken birçok düzenleme bu genelgelerle yapılmaya başlandı. 

Ancak bu da yetmedi ve OHAL KHK’larından Saray Kararnameleri’ne ve oradan da genelgelere uzanan rejimin yönetme mantığı, en son içki satışı yasağı örneğinde görüldüğü üzere sözlü talimata dönüştü.  İçki satış yasağına uyulmadığı gerekçesiyle bir markete ceza kesen polislerden birinin “yazılı tebligat yok” şeklindeki itiraza  “haberlerde söylendi” karşılığını vermesi trajikomikti ama içinde bulunduğumuz süreci gayet net bir şekilde ortaya koyuyordu. Çünkü yasak kararı gerçekten sadece “söylenmişti”, ortada hukuki herhangi bir belge yoktu. 

Bu hukuksuzluğa toplumdan ve özellikle küçük esnaftan tepki gelince ve fiili yasak tanınmayıp içki satışı devam edince, bu sefer valilikler sürece dâhil edildi ve İl Hıfzıssıhha Kurulları devreye sokuldu. Bu kurulların da içki satışı yasağı kararı alması hukuken mümkün değildi ama en azından şimdi ortada bir yasak merci ve yazılı bir belge vardı. 

Bu yasağın karara alınış süreci ise hem rejimin karakteristiğini hem muhalefetin durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. İl Hıfzıssıhha Kurulları’nın kararı “oy birliği” ile aldığı ve altında ilgili şehrin muhalefetteki belediye başkanlarının da imzası olduğu öne sürülmüştü. Eğer işin peşine düşen kimi hukukçular olmasa, muhalefet belediye başkanları durumdan haberdar dahi olmayacaklar ve “biz böyle bir belge imzalamadık” demeyeceklerdi. Tabii bir de belgeyi “rutin işlem” diye sahiden imzalayan ve kamuoyu tepkisi sonucu imzalarını çekenler vardı. 

Ancak gidişatın trajikomikliği burada da kalmadı. Dükkânını kapattırdığı esnafa destek veremeyen iktidar, güya “haksız rekabet” olmasın diye, yeni bir genelgeyle süpermarketlerde gıda ve temizlik ürünleri hariç her şeyin satışını yasakladı. Buna gerekçe olarak bir de marketlerde “yoğunluk oluşması” ilave edildi. 

Ama asıl mevzuu bambaşkaydı: Genelgede hangi ürünlerin satışının yasaklandığı sıralanırken, cümle “daha önce getirilen alkollü ürün satışı kısıtlamasının yanı sıra” diye başlıyordu. Oysa bir önceki genelgede “içki satışı yasağı”na dair bir ibare yoktu. Yani hem “içki yasağı”nı meşrulaştırmak için başka birçok ürünün satışı yeni bir genelgeyle yasaklanıyor hem de hala bir önceki genelgede içki satışının yasaklandığı iddia ediliyordu.

Gerçi eski genelgede yasak kararı olsaydı da bir şey değişmezdi, çünkü içki satışına dair düzenlemenin mutlaka kanunla yapılması gerekiyordu ve yapılsaydı bile aslında o da anayasadaki laiklik ilkesine ve temel hak ve özgürlüklerle ilgili hükümlere aykırı olacaktı. 

Ama işte artık memlekette anayasadan ve kanunlardan söz etmek imkânsız hale gelmişti. Bırakın anayasa ve kanunları, içki yasağı düzenlemesi sözlü bir kararla, bir buyrukla, “dedim ve oldu” diyerek yapılmak istenmiş, rejim genelgelerle yönetmenin de ötesine geçerek sözle yönetmenin bir denemesini yapmıştı.

Cumartesi günü bir televizyon kanalındaki canlı yayında CHP Genel Başkanı’na önce başka bir genelgeye, Emniyet’in toplumsal olaylarda ses ve görüntü kaydının alınmasını engellemeye yönelik olan ve bakan tarafından “polisin özel hayatı” diye savunulan genelgesine dair fikirleri soruldu. Kılıçdaroğlu’nun açıklaması hayli yüksek perdendi ve şöyle diyordu: Bu genelge şu anlama geliyor: Türkiye'de demokrasi askıya alınmıştır, Anayasa askıya alınmıştır, hak ve özgürlükler askıya alınmıştır. Bunu bütün dünya duysun.” 

Hemen ardından ise içki yasağı sorusu geldi. Programın sunucusu Zafer Arapkirli, son derece isabetli bir biçimde, içki yasağını Kılıçdaroğlu’na anayasadaki laiklik ilkesini hatırlatarak sordu. Kılıçdaroğlu’nun buna cevabı ise son derece düşük perdeden ve “ben işi içki yasağı veya başka bir yasaktan değil doğrudan doğruya esnaf açısından görüyorum” şeklinde oldu. Yani içki yasağı söz konusu olduğunda anayasaya da kanuna da aykırılık akla gelmiyor, “laiklik” sözcüğü ise hiç ağza alınmıyor ve mesele “esnaf”a doğru bilinçli bir şekilde daraltılıyordu. 

Kılıçdaroğlu’nun “dostları” da yasağa sahici bir tepki vermekten kaçındılar ve anayasadan, kanunlardan, hukuk devletinden, rejimin karakteristiğinden söz etmek yerine ya Akşener örneğinde olduğu gibi “gündemi değiştiriyorlar” dediler ya da Karamollaoğlu örneğinde olduğu gibi yasağa karşı çıkışın iktidarın ekmeğine yağ sürmek anlamına geldiğini iddia ettiler. 

Oysa Emniyet’in sesli ve görüntülü kayıt yasağından içki yasağına, içki yasağından kayıt yasağına uzanan bir yol var ve bu ikisini birbirinden ayırt ederek yapılacak bir muhalefetin –mış gibi yapmaktan öte bir anlamı yok. İktidarın alamet-i farikası sadece otoriterlikten ibaret değil, hatta asıl alamet-i farikası bu değil, dinselleşme ve dinselleşmeyi göz ardı ederek varılabilecek bir yer ise yok. 

Varılabilecek bir yer yok, çünkü dinselleşme de otoriterleşme de aslında sömürü düzeninin bekası adına kullanılan araçlar. Böylesine büyük bir yoksulluğun, böylesine derinleşmiş bir sefaletin yönetilebilmesi için hem sopaya hem de tevekküle ihtiyaç var. Bu nedenle otoriterleşme, dinselleşme ve emek sömürüsünü birbirinden ayırarak okumak mümkün değil. Ve bu nedenle demokrasi de laiklik de aslında doğrudan sınıfsal talepler. 

Dolayısıyla yapılması gereken şey, otoriterleşmeyi dinselleşmeyi ve sömürüyü birbirinden ayırma girişimlerine karşı durarak, bütünlüklü bir bakış açısı üzerine kurulu bir siyaseti, aynı anda eşitlikten, kamuculuktan, halkçılıktan, özgürlükten, laiklikten söz eden bir siyaseti güçlendirmek, bu başlıklar etrafında toplumsallaşmak, büyümek, güçlenmek. Aksi, bu devranın böyle dönmeye devam etmesi anlamına gelecek çünkü.