Fatih Yaşlı 23 Nisan'ın ardından diyanet ve cumhuriyetin durumunu yazdı.

Cumhuriyet’in uzun intiharı ve Diyanet

23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldığında, her ne kadar amacını sadece vatanı değil “saltanat ve hilafeti de kurtarmak” olarak ortaya koymuşsa da, Türkiye Büyük Millet Meclisi açıkça bir “karşı-iktidar odağı” olarak ortaya çıkmıştır. Zaten çok geçmeden, İstanbul’da bir hükümet olduğu halde, 3 Mayıs’ta Ankara’da da TBMM hükümeti kurulacak, işgale karşı direnişi bu hükümet yürütecektir.

Dolayısıyla TBMM’nin açılışı bir “ikili iktidar” durumuna tekabül etmektedir. Artık ülkede hem iki ayrı hükümet, hem de iki ayrı zihniyet, iki farklı siyasi pozisyon vardır: İstanbul’daki işbirlikçi Saray’a ve hükümete karşı Ankara’daki işgale karşı direnişi örgütlemek için kurulan TBMM ve Meclis hükümeti, İstanbul’daki saltanata ve hanedana karşı Ankara’daki “milli irade”, İstanbul’daki “eski”ye karşı Ankara’daki “yeni”. 

“İkili iktidar”ın yansıdığı alanlardan biri, hem TBMM’nin hem de Kurtuluş Savaşı’nın meşruluğu üzerine verilen mücadelede taşıdığı önemden dolayı, kaçınılmaz bir şekilde din olmuştur. Henüz ulusal bilincin şekillenmediği, okuma yazma ve kentleşme oranının son derece düşük olduğu, modern kurumların tam anlamıyla hayata geçirilemediği, sekülerleşmenin kitlelerle buluşmadığı bir köylü toplumunda, kolektif kimliğin kurucu unsuru din olacaktır ve Mustafa Kemal, Milli Mücadele’nin meşruluğunun ancak din üzerinden tesis edilebileceğinin farkındadır. Dolayısıyla hem Saray’a karşı verilen mücadelede hem de halkın Milli Mücadele’ye örgütlenmesinde dinin etkili bir araç olarak kullanılması ve “ikili iktidar”ın bir boyutunda dinin bulunması bir zarurettir. 

İşte bunun için, 3 Mayıs 1920’de TBMM hükümeti kurulurken, İstanbul’daki Şeyhülislamlık makamının karşısına Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti adlı bir bakanlık konulmuştur. Şeyhülislamlığın Anadolu direnişi karşıtı tutumuna mukabil, TBMM çatısı altındaki bu bakanlığın asli görevi, din ve ibadet işlerinin düzenlenmesinin ötesinde, Milli Mücadele’nin dinin emri olduğunu anlatan fetvalar hazırlamak ve böylece halkı “gavura karşı direniş” üzerinden mücadeleye katmak olmuş, bu görevi de büyük ölçüde yerine getirmiştir.  

3 Mart: Kopuş ve süreklilik 

Söz konusu bakanlık, 3 Mart 1924’e kadar görevini sürdürmüş, bu tarihte ise hilafetle birlikte kaldırılmıştır, yerine ise Diyanet İşleri Reisliği kurulacaktır. 3 Mart günü alınan kararlar, “1923 devrimi”nin karakteristiğini anlamak açısından son derece önemlidir. Çünkü o gün alınan kararlar, arkasından gelecek icraatlarla birlikte düşünüldüğünde, Osmanlı zihniyet dünyasından çok büyük bir “kopuş”a tekabül etmekte, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin zirve noktasını oluşturmakta ve 1923’ün radikalizmini –sınırlarıyla birlikte- ortaya koymaktadır.

3 Mart günü halifelik ilga edilmiş ve böylece tüm İslam dünyasını ve tüm Müslümanları temsil ettiği varsayılan bir makam ortadan kaldırılmıştır; bu, bir yandan dinle siyaset arasındaki bağın koparılması, yani “laiklik” açısından son derece radikal bir adım anlamına gelirken, öte yandan ise hem Türkiye’nin Batı yönelimli dış politikası hem de İslam coğrafyası ile kurduğu ilişkiler açısından büyük bir kırılmaya tekabül etmektedir. 

3 Mart’ta alınan kararlar hilafetin ve Şer’iyye Vekâleti’nin kaldırılmasıyla ve Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulmasıyla sınırlı değildir, aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu da kabul edilmiştir. Böylece eğitim, tarikat ve cemaatlerin elinden alınarak devlet tekeline geçirilmiş, aynı kanunla din adamlarının yetiştirilmesi görevi Maarif Vekâleti’ne, sonraki adıyla Milli Eğitim Bakanlığı’na verilmiştir. Ayrıca daha sonradan kapatılacak olan tekke ve zaviyelerin ise Diyanet İşleri Reisliği’ne bağlanması kararlaştırılmıştır. 

Dolayısıyla, Cumhuriyet 3 Mart günü sadece hilafeti ortadan kaldırmamış, aynı zamanda din işlerini başbakanlığa bağlı bir kurum olan Diyanet üzerinden tekeline almış, böylece dinin devletçe kontrolünü din-siyaset ilişkisinin koparılmasının garantisi olarak görmüş, dinin yeni rejime/yeni devlete uygun bir versiyonunu inşa etme sürecine girişmiş, “ulema”yı tasfiye etme, tarikat örgütlenmelerine ise büyük bir darbe anlamına gelen düzenlemelere gitmiştir. Bunların hepsinin “kopuş” nitelikli ve son derece radikal kararlar olduğu ise açıktır.  

Ancak bu büyük “kopuş”, yine de birtakım “süreklilikler”in olmadığı anlamına gelmez. Hilafet kaldırılıp tarikatların tasfiyesine girişilirken ve din devletin kontrolü altına sokulurken, “makbul mezhep” tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi “Sünnilik” olarak görülmüş, “devletin dini” olarak Sünni İslam seçilmiştir, bu nedenle de “Diyanet işleri”, “Sünniliğin işleri” anlamına gelmiştir.

Kuşkusuz bunun gerisinde Sünniliğin devletleşmeye ve medenileşmeye en uygun mezhep olduğu yönündeki yüz yıllardır devam eden anlayış vardır; Alevilik hem “devlet-dışı” hem de “medeniyet-dışı” olarak görülmüş, “devletli, kentli ve yerleşik” olanın karşısında, “devlet karşıtlığı, kırsallık ve konargöçerlik” üzerinden kodlanmıştır.  Hem modernleşmeci padişahlar, hem İttihat-Terakki hem de Mustafa Kemal ve Cumhuriyet’i kuran kadrolar meseleye böyle bakmışlar, bu da beraberinde bir sürekliliği getirmiştir. 

Öte yandan, yeni rejim açısından en önemli meselelerden biri “homojen” bir ulus yaratmak olduğundan, halkın büyük bir bölümünün Sünni olması, yeni rejimin kadrolarını dinsel homojenliğin de Sünnilik üzerinden tesis edilebileceği sonucuna ulaştırmış, “Türklük” kimliğinin kuruluş sürecinde Sünnilik, Türklüğün “mütemmim cüzü” olarak görülmüştür. Elbette ki Osmanlı’nın ve tarikatların Sünnilik yorumundan farklılaşan, dinle bilimi uzlaştırmaya, dini modernleştirmeye ve İslam’ı bir “vatandaşlık dini” haline getirmeye çalışan bir yaklaşımdır burada söz konusu olan ve Diyanet de bunun en önemli aracı olarak yapılandırılmıştır. 

(Geçerken not edelim, 1937-1938’de Dersim’de yaşanan katliam ve büyük trajedi çok büyük ölçüde bu “süreklikle” ilgilidir; uluslaşma, medenileşme ve Sünnilik arasında kurulan ilişkiyle ve Aleviliğin bunların dışında kodlanmasıyla yani.)  

Tam da bu nedenle, bu noktada, Diyanet’in kuruluş hedefleri itibariyle bir “Cumhuriyet kurumu” olduğunu ve dolayısıyla kaderinin de Cumhuriyet’le ortak olduğunu söyleyebiliriz. Diyanet, Cumhuriyet’in uluslaşma, laikleşme, medenileşme projesinin bir parçası olarak kurulmuştur ve serüvenini belirleyen de bu projenin serüveni olmuştur. 

Antikomünizm ve bir uzun intihar 

Cumhuriyet’in radikalizminin gevşemesini ve “gerileme süreci”nin başlamasını 2. Dünya Savaşı yıllarına kadar geri götürebiliriz ama esas kırılma noktası olarak Soğuk Savaş’ın başlangıcını işaretleyebiliriz. Dünyanın kapitalizm ve sosyalizm arasında bölünüp iki kutuplu hale gelmesinin ardından Türkiye yönetici sınıfının yaptığı tercih, yani emperyalizme yeniden ve daha derin bir şekilde entegre olma süreci, beraberinde din politikalarındaki değişikliği de getirmiştir; çünkü emperyalizme entegrasyon ve dinselleşme iç içe geçmiş süreçler olarak şekillenmiştir ve buradaki “bağlantı noktası” da antikomünizmdir. 

Dinselleşmenin sola ve komünizme karşı en etkili araç olduğu daha 1947’deki 7. CHP Kurultayı’nda tespit edilmiş, gerisi bu tespitin ardından bir çorap söküğü gibi gelmiştir. Türkiye’nin Soğuk Savaş’a girişi, başka yerlerde birçok kere dile getirdiğim üzere “Cumhuriyet’in uzun intiharı”nın başlangıcı olmuştur. Cumhuriyet’in “ilerici” karakterini yitirmesiyle “sınıfsallığı” arasında doğrudan bir bağlantı vardır ve bu bağlantı beraberinde sözünü ettiğim o uzun intiharı getirmiştir; emperyalizm ve dinselleşme yıkım demektir.  

Çok partili hayata geçilmesi ve sonrasındaki Menderes dönemiyle birlikte ise Diyanet artık bir “Cumhuriyet kurumu” olmaktan çıkacak, Cumhuriyet’in uzun intiharına paralel bir şekilde, giderek Cumhuriyet’in yıkımına giden yolun taşlarını döşeyecek kurumlardan biri haline gelecek, bir “Truva Atı”na dönüşecektir. Menderes döneminde antikomünizmin dozajı arttıkça, Diyanet’in giderek önem kazanması elbette ki bir tesadüf değildir; din sömürüsü ile antikomünizmin dozajı arasında her zaman doğrusal bir ilişki olmuştur çünkü.

Türkiye’de solun yükselişe geçtiği 1960’lı yıllarda dinselleşme politikaları hız kazanırken, Diyanet de buna uygun bir dönüşüm yaşayacak ve etkisini artıracak, 12 Eylül darbecileri ise onu darbenin resmi ideolojisi olan Türk-İslam sentezine uygun bir şekilde dönüştürecekler, devlet içerisinde çok daha etkili, çok daha güçlü bir kurum haline getireceklerdir. Dinselleşme bir bütün olarak devlet aygıtının dönüşümünü beraberinde getirirken, kendisi bizzat dini bir devlet kurumu olan Diyanet, kaçınılmaz bir şekilde, bu dönüşümün en çok sirayet ettiği ve somutlaştığı yer haline gelecektir.   

'Diyanet eşittir rejim'

Devletin dini kontrol altında tutması amacıyla kurulan bir kurumun zamanla dinin devleti kontrol altına almasının en önemli araçlarından birine dönüşmesi, hiç şüphesiz ki muazzam bir ironidir; ancak mesele sadece bununla sınırlı değildir. Mesele antikomünizm adına açılan kapılardan girenlerin bugün bildiğimiz anlamıyla Cumhuriyet’i yıkmış ve rejimi değiştirmiş olmalarıdır. Bunu söylemek günümüz Türkiye’sinde adeta Galileo misali “yine de dönüyor” demek gibi bir anlam taşısa da gerçek olan budur.

Türkiye’de AKP iktidarıyla birlikte Cumhuriyet’in anti-tezi diyebileceğimiz yeni bir rejim inşa edilmiştir ve Diyanet İşleri o yeni rejimin yönetme, rıza tesis etme, hegemonya kurma araçlarının en önemlisidir. Diyanet, kadrosuyla, bütçesiyle, örgütlenme ağıyla yeni rejimin ideolojik aygıtlarının en tepesinde yer almaktadır. Dolayısıyla, “Diyanet’e yönelik saldırı devlete yöneliktir” sözü temelsiz değildir, gerçeği anlatmaktadır ve barolara verilen sert tepki de bu bağlama yerleştirilmelidir; yani “Diyanet eşittir rejim” bağlamına. 

Meselenin basitçe “gündem değiştirme” ile açıklanamayacak olmasının nedeni de budur. İktidar eşcinsellik üzerinden yürüyen Diyanet tartışmasını ekonomik krizin üzerini örtmek için son derece kullanışlı bir araç olarak görmüş olabilir ama dinselleşme iktidarın asli gündemidir ve ortada rejim tarafından doğrudan kendi varoluşuna yönelik bir saldırı olarak görülen bir durum vardır, verilen sert tepkinin nedeni de budur.     

Tam da bu nedenle, genel olarak Türkiye’ye özel olarak da Diyanet’e dair herhangi bir tartışmanın, gözünü sözünü ettiğimiz gerçeğe kapaması mümkün değildir. Türkiye’de rejim değişikliği bir olgu olarak kabul edilmediği sürece devleti, iktidarı ve aygıtlarını anlamak söz konusu olmayacağı gibi, “ne yapmalı” sorusuna da doğru bir yanıt verilemez. Çünkü “doğru tedavi” için başlangıç her zaman “doğru teşhis”tir.