''Her bir kuşak bir öncekinden daha zombileşmiş, yaşayan ölülüğü daha belirgin hale gelmiş bir şekilde topluma, daha doğrusu toplum olmaktan hızla uzaklaşan topluma dâhil olmaktadır.''

Türkiye toplumunu bir arada tutan şey nedir? 

Artık sıradanlaştığı üzere çok sayıda askerin tek seferde yaşamını yitirdiği ve toplumsal infialin yükseldiği durumlarda iktidara yöneltilen sorulardan biri “neden ulusal yas ilan etmiyorsunuz” şeklinde olur. 

Kuşkusuz bu sorunun meşru bir yanı vardır ama şu sorular da meşrudur: İktidardan ya da devletten bağımsız olarak, bu toplum kendi acılarına ve ölümlerine yas tutmayı bilmekte midir, toplumu toplum yapan şeylerden biri olan yasta ortaklaşmayı becerebilmekte midir? 

Bugünün Türkiye’sinde kimse bu sorulara kesin bir dille “evet” yanıtını veremez; aksine Türkiye toplumu kendi trajedisine gözlerini kapamayı seçtiği için yas tutma yeteneğini de yitirmiştir. Ölülerine sahiden ağlayamaz, sahici anlamda onların yasını tutamaz; çünkü bunları yapmak toplum olarak kendi trajedinle yüzleşmeyi, yüzleşme ise o trajediden çıkış için adımlar atmayı, bir şey yapmayı gerektirir.

Kuzey Irak’ta yaşanan son çatışmaya bakalım örneğin. Tıpkı birkaç hafta önce olduğu gibi aynı bölgede ve çok benzer bir şekilde dokuz asker yaşamını yitirdi. Peki kısa aralıklarla yaşanan bu iki hadise, toplumda sahici anlamda bir yas hali yarattı mı? Ölüm haberi kamuoyunun önüne düştükten sonra toplumda herhangi bir kolektif davranışa yol açtı mı? Kentlerin meydanlarında bir araya gelip sessiz bir nöbet başlatmaktan ya da “neden hep yoksul çocukları ölüyor” diye bir kampanyaya girişmekten tutun da savaş ya da barış çağrılarına uzanacak bir genişlikte, toplumdan herhangi bir sahici tepki geldi mi? 

Bilakis maçlar oynandı, konserler verildi, düğünler yapıldı, gülündü, eğlenildi, yani herkes işine gücüne baktı, yaşamın rutin akışında herhangi bir kesinti olmadı. 

Hayır, bahsettiğim şey zaten neşesi çalınmış bir toplumun biraz daha karanlığa gömülmesi, biraz daha içine kapanması değil; bunu savunmuyorum. Toplumun ortak bir irade, ortak bir tutum sergilemekten giderek daha fazla uzaklaşmasından, toplumsal dayanışmanın ve toplumsal aklın, kolektif bir varoluş halinin adım adım ortadan kalkmasından bahsediyorum. 

Sosyal medyanın tımarhaneye dönüşmüş manzarasını bir kenara bırakırsak ölen askerlerin de askerlerin niye öldüğünün de ölenlerin neden hep yoksul halk çocukları olduğunun da sahici anlamda kimsenin umrunda olmadığını, kimsenin meselenin mahiyetine ve nasıl çözüleceğine dair bir derdinin bulunmadığını söyleyebilir miyiz? Öyle görünüyor. 

Bu illa ölen askerler olmak zorunda değil. Bakın başka bir ülkenin cumhurbaşkanın oğlu, bir motokurye çalışanını göz göre öldürdü, önce elini kolunu sallayarak ülkesine geri döndü, sonra da nasıl olsa ceza almayacaksın denilerek mahkemeye çıkartıldı ve 27 bin 500 lira para cezasıyla serbest bırakıldı. 

Böylesi bir aşağılanmaya, böylesi bir değersizleştirilmeye, böylesi bir umursanmazlığa dair ciddi bir derdi var mı toplumun, yaşamını yitiren motokurye Yunus Emre Göçer’i sahiden dert etti mi? 

Sahici bir derdiniz ve o derdi çözmeye dair sahici bir iradeniz yoksa ölülerinize de sahici anlamında üzülemezsiniz, sahici anlamda yas tutamazsınız. 

Belki çelişkili gelebilir ama “Türkiye toplumunu bir arada tutan şey nedir” sorusunun yanıtı da burada gizli olabilir: Türkiye toplumu giderek toplum olmaktan uzaklaştığı, çözüldüğü, kendi içine gömüldüğü, kolektif bir irade oluşturmaktan uzak olduğu için tüm bu kutuplaşmaya ve gerilime rağmen siyasal alanda büyük karşı karşıya gelişler olmamakta, toplumsal fay hatları sürekli gerilmekte ama bir türlü kırılmamaktadır.  

Daha basitçe söyleyelim: Ülkede her ne olursa olsun herkes evinde oturmaktadır. 

Peki bu durum ilanihaye devam edebilir mi, yani toplumun kolektif olarak ortaya koyabildiği tek şey olan umursamazlık ve bundan kaynaklı sessizlik, sahte bir istikrar”ın ve “iç barış”ın süreklileşmiş garantisi olabilir mi?  

Bu soruya da “evet” yanıtını vermek öyle kolay değildir; çünkü Türkiye toplumu giderek bir “cemiyet” olmaktan çıkmakta ve “cemaatler”e bölünmektedir; burada cemaatle kastedilen şey ise basitçe dini yapılanmalar değil, hukukun ve anayasanın yokluğu da dâhil olmak üzere bütün yurttaşlıktan çıkma, yurttaş kimliğini yitirme halleridir. 

Bugün Türkiye’de insanlar yaşamlarını hak ve özgürlüklere sahibi yurttaşlar olarak kurmadıkları gibi, ürettikleri zenginliğe el konulmasına, yani sömürü pratiklerine de herhangi bir itiraz geliştirememektedirler. Sendikaların, emek hareketlerinin, demokratik kitle örgütlerinin olmadığı, hukuk savunusunun, gelir dağılımında adalet, adil vergilendirme, sosyal devlet vb. taleplerin kendini örgütlü bir şekilde ortaya koymadığı yerde toplumdan söz edilemez.

Bunun gerisinde ise toplumun on yıllara yayılan bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmış olması bulunmaktadır. Türk sağı, İslamcılığıyla, milliyetçiliğiyle, devlet tapınmacılığıyla, militarizmiyle, ağasıyla, şeyhiyle, tarikatıyla, cemaatiyle koskoca ülkeyi bir açık hava mezarlığına, insanlarını da birer zombiye çevirmiştir. 

Ezan, bayrak, kuran, devlet, vatan, millet, şehit... Bir ülke sadece dört beş kelimeyle, sadece hamasetle, sadece sloganla yönetilebilir mi? 

Türkiye on yıllardır böyle yönetilmektedir. Üstelik her bir kuşak bir öncekinden daha zombileşmiş, yaşayan ölülüğü daha belirgin hale gelmiş bir şekilde topluma, daha doğrusu toplum olmaktan hızla uzaklaşan topluma dâhil olmaktadır.

İktidarda 12 Eylül generallerinin Türk-İslam sentezi, muhalefette aynı generallerin kendilerini hiç de uzak hissetmeyeceği yükselen yeni Türkçü faşizm… Bir tarafta tarikatı, cemaati, imam hatibi, Kuran kursu, vakfı, derneği, ülkü ocağıyla geleneksel Türk sağı, öte tarafta Enver Paşa’dan Nihal Atsız’a, Çatlı’dan Esat Oktay Yıldıran’a uzanan bir genişlikte hayali kahramanlara tapınan, bugünün gerçeğinden sahte bir gerçekliğe sığınarak kaçmaya çalışan yeni sağ… 

Bu tablonun bu ülkeye verebileceği tek şey potansiyel Yugoslavyalaşmadır, Balkanizasyondur. Toplum olmaktan çıkmış, kolektif yas tutamayan, kendi trajedisiyle yüzleşmekten korkan, sessizliğe gömülmüş, yurttaş olmaktan çıkarılmış, sağcılaştırılmış, zombileştirilmiş milyonlar eninde sonunda birbirlerine düşman olurlar, bin türlü kimliğe bölünür, ayrışır, karşı karşıya gelirler. 

Peki bu tablodan bir çıkış yok mudur, bir kurtuluş ihtimali bütünüyle ortadan kalkmış mıdır? 

Hayır, bunu kimse iddia edemez, elbette ki umut hep vardır. Kimse klişe ya da slogan olarak görmesin, umut soldadır.

Sağcılığın çürütüp cemaatleştirdiği ve toplum olmaktan çıkardığı toplumun yeniden bir toplum haline gelmesi, yani kolektif bir akıl ve irade ortaya koyabilmesi, insanca bir yaşam talebi, yurttaşlık, sömürü düzeniyle mücadele, dinciliğin, ırkçılığın ve milliyetçiliğin önüne set çekmek, temel sosyal haklar, laiklik, hukuk… Bunların hepsi eninde sonunda solun varlığıyla anlam bulabilecek ve solun yerine getirebileceği şeylerdir. 

Türkiye’nin Yugoslavyalaşmasını durdurabilecek ve bir toplum halinde bir arada yaşamasını sağlayabilecek olan tek şey, emeğiyle geçinen milyonların onları ortaklaştıran emekçi kimlikleriyle bir araya gelmesinden, bağımsızlık, laiklik, antiemperyalizm, eşit yurttaşlık gibi kurucu kavramlar üzerinde bir mutabakat sağlamasından, ortaklaşmasından geçmektedir. Umut sadece ve sadece buradadır.