"Demek ki İlim Yayma Cemiyeti 1951’de tesadüfen kurulmuyor, demek ki her şey AKP ile başlamıyor; Cemiyet’in bugün üstlendiği işlev tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor."

“Sizin tarikat, cemaat bizim STK dediğimiz yapılar…”

Tarih 11 Ekim 1951… Demokrat Parti’nin iş başına gelmesinin üzerinden yaklaşık bir buçuk yıl geçmiş. Türkiye’nin ilk imam-hatip okulu olan İstanbul İmam-Hatip Okulu, İslamcı çevrelerde “Celal Hoca” diye bilinen Celalettin Ökten’in öncülüğünde açılıyor. Açılıştan sadece altı gün önce Celal Hoca ve arkadaşları İlim Yayma Cemiyeti adlı bir dernek kuruyorlar. Derneğin asli hedefi, resmi olarak öyle söylenmese de laik eğitimde gedikler açmak ve paralel diyebileceğimiz bir dinsel eğitim kurumları ağı yaratarak eğitimde dinselleşmeye ivme kazandırmak. 

Bu doğrultuda Türkiye’nin her yerinde imam-hatip okulları açılmasını görev olarak benimsiyorlar ve elbette ki Menderes hükümetinden, özellikle de onun Milli Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri’den cesaret alıyorlar. Zaten Celal Hoca daha önce CHP döneminde açılan imam-hatip kurslarında idarecilik yapmış; ancak bu kursların eğitimin dinselleştirilmesi için yeterli olmadığını görüyor ve imam-hatiplerin birer ortaokul kurumu olması gerektiğini düşünüyor. Aradığı fırsatı ise DP’nin iktidara gelmesiyle buluyor. Menderes döneminde İlim Yayma Cemiyeti büyüdükçe büyüyor, 1952’de “kamu yararına faaliyet gösteren dernek” statüsüne kavuşuyor ve imam-hatip okullarının Türkiye'nin her yerinde pıtrak gibi çoğalmasında çok büyük bir rol oynuyor.

İlim Yayma Cemiyeti ve imam-hatip okulları Menderes hükümetinin bir ürünü ama buraya giden yolun taşları 1940’ların ikinci yarısından itibaren bizzat CHP eliyle döşeniyor. Sembolik olduğu için işaret edelim: Aydınlanmacı bir eğitim anlayışının temsilcisi ve Köy Enstitüleri’nin en büyük destekçisi Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanlığı’ndan 1946’da istifa etmek zorunda kalıyor. Yerine milliyetçi-muhafazakâr bir isim olan ve Cumhuriyet’in ilk gerici Milli Eğitim Bakanı diyebileceğimiz Reşat Şemsettin Sirer geçiyor. Sirer döneminde Enstitüler resmi olarak kapatılmıyor ama işlevsizleştiriliyor; aydınlanmacı, laik kadrolar hem enstitülerde hem bakanlıkta tasfiye ediliyor, sindiriliyor, susturuluyor. 

Peki tüm bunların parti yönetiminden bağımsız olduğunu söyleyebilir miyiz? Elbette ki hayır. Dönüşüm tek parti iktidarının ve Türkiye yönetici sınıfının 2. Dünya Savaşı’nın bitiminin hemen ardından başlayan Soğuk Savaş’ta tarafını ABD ve Batı bloğu olarak seçmesiyle başlıyor, bu seçim antikomünizmi Türkiye siyasetinin merkezine yerleştiriyor. Sol düşmanlığı ve komünizmle mücadele ise düşünen, sorgulayan yurttaşlara değil, milliyetçilik ve İslamcılıkla afyonlanmış ve sürüleştirilmiş kitlelere ihtiyaç duyuyor. 

Türkiye’nin IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvurusu yapması ile Köy Enstitüleri’nin tasfiye edilip imam-hatip kurslarının açılmaya başlanmasının aynı döneme denk gelmesi bir tesadüf olabilir mi? İnönü’nün 1949’da 2. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan sürecin en önemli İslamcı figürlerinden biri olan Şemsettin Günaltay’ı başbakanlık koltuğuna oturtması yaşanan süreçten bağımsız ele alınabilir mi?  

“Zamanın ruhu” tam olarak bunları gerektiriyor. CHP’nin 1947’deki 7. Kurultayı’nın ardından ilkokul programlarına seçmeli olarak din dersi konuluyor, imam-hatip kursları açılması kararı alınıyor, kimi türbelere ziyaret serbest bırakılıyor, hac ziyareti için döviz tahsisatı başlatılıyor ve ilk ilahiyat fakültesi açılıyor. Türkiye’de düzenin Soğuk Savaş’a girişi Cumhuriyet’e ve onun kuruluş felsefesine ihanetle söz konusu oluyor; çünkü başka çaresi bulunmuyor. Düzenin bekası sol düşmanlığını, sol düşmanlığı gericiliği çağırıyor, düzenin bekası adına ve solla kavga için gericiliğe ihtiyaç duyuluyor.

İlim Yayma Cemiyeti’nden devam edelim. Cemiyeti kuranların bir kısmı aynı zamanda 1948’de Zonguldak’ta açılan ilk Komünizmle Mücadele Derneği’nden geliyorlar.  Dolayısıyla “ilmin yayılması” ile antikomünizm arasındaki bağlantıyı daha baştan görebiliyoruz. Cemiyet’in bir numaralı üyesi Yusuf Türel İskenderpaşa Dergahı’nın en önemli şeyhlerinden Mehmet Zahit Kotku’nun müritlerinden biri, kurucu üyelerden Seniyüddin Başak ise Said Nursi’nin avukatı; dolayısıyla Cemiyet’in kuruluşunda tarikat ve cemaat bağlantıları doğrudan rol oynuyor. Kotku döneminde İskenderpaşa Dergâhı bürokrasiyi gözüne kestiriyor ve muhafazakâr parlak üniversite öğrencilerini bünyesine katmaya çalışıyor; Turgut Özal ve Necmettin Erbakan, Kotku’ya intisap eden ve gelecekte Türkiye siyasetinde önemli roller oynayacak iki isim olarak karşımıza çıkıyorlar. Kotku, Erbakan’ın Milli Nizam Partisi’ni ve o kapatıldıktan sonra Milli Selamet Partisi’ni kurmasında büyük rol oynuyor. “Gümüş Motor” da yine Kotku’nun teşviki ve dergâhın desteğiyle kuruluyor. Dergâhın tedrisatından daha sonra genç kuşak İslamcılar da geçiyor. Erdoğan, Arınç, Gül gibi AKP’nin kurucu kadrolarının önemlice bir bölümü İskenderpaşa Dergâhı’ndan geliyorlar.  

İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Dernekleri ile olan ilişkilerine zamanla başka ilişkiler de ekliyor ve böylece ortaya gerici bir network çıkıyor. Milli Türk Talebe networkün en önemli ayaklarından birini teşkil ediyor ve bu üçlü 1969’daki Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden devrimci gençlere yönelik Kanlı Pazar’ı tertipliyorlar. Ancak aynı dönemlerde sokaktaki asıl paramiliter güç olma görevini ülkücüler üstleniyor ve İslamcılar yavaş yavaş sokaktan çekilmeye başlıyorlar. İşte bu dönemde komünizmle “fikri mücadele” adına İlim Yayma Cemiyeti üyelerinin de aralarında yer aldığı isimler Aydınlar Ocağı’nı kuruyorlar. Aydınlar Ocağı Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluşunda önemli bir rol oynuyor, 70’lerin sonuna doğru ise gelmekte olan darbenin akıl hocalığını üstleniyor. Ocağın üyelerinden Turgut Özal darbenin ekonomi yönetimini üstlenirken, ocağın ürettiği ideoloji olan Türk-İslam sentezi devletin gayri resmî ideolojisi haline geliyor ve Aydınlar Ocağı üyeleri 12 Eylülcüler tarafından başta eğitim olmak üzere bürokrasinin kilit noktalarına atanıyorlar.

Hem İlim Yayma Cemiyeti hem de Aydınlar Ocağı üyesi olan Nevzat Yalçıntaş İslam Kalkınma Bankası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’nün yönetiminde yer alıyor. Sabahattin Zaim ise Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği yapıyor. Abdullah Gül’ü İstanbul Üniversitesi’ne alan da Fehmi Koru ve Şükrü Karatepe ile birlikte cemiyet ve ocak üyelerinin kurduğu Milli Kültür Vakfı bursuyla Exeter Üniversitesi’ne yollayan da Sabahattin Zaim. Ahmet Davutoğlu, Mehmet Şimşek, Ekmeleddin İhsanoğlu, Durmuş Yılmaz gibi isimlerin de yolları bir dönem Exeter’dan geçiyor. Buranın bir tür gerici yetiştirme çiftliği olduğunu söyleyebiliyoruz.   

Tüm bunlar olurken Arap sermayesi ile bağlantı kurulması da ihmal edilmiyor, bunun önünü ise Turgut Özal açıyor. Başta Yalçıntaş ve Zaim olmak üzere, Türkiye İslamcılığıyla Arap sermayesi arasındaki bağlantıyı sağlayan isimler, daha sonraları AKP’nin kuruluşunda ve finansal açıdan desteklenmesinde büyük rol oynuyorlar. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal, Erdoğan’ın “akil adamlar”ından biri oluyor. Yine Erdoğan’ın kızının nikâhının villasında kıyıldığı Al Baraka Türk’ün ortaklarından Mustafa Topbaş’ın, aynı zamanda Ülker’le de “AK Gıda” adı altında bir ortaklığı bulunuyor. Topbaş aynı zamanda Cüneyd Zapsu’nun BİM isimli marketler zincirinin de satılmadan önceki ortaklarından biri, Zapsu ise Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye burjuvazisine ve elbette ki ABD’ye “takdim eden” isim.  

Artık tabloyu tamamlayalım: Geçtiğimiz cumartesi İlim Yayma Cemiyeti tarafından kurulan İlim Yayma Vakfı’nın 50. yıl ödül töreni yapılıyor. İlim Yayma Vakfı’nın başında ise Bilal Erdoğan bulunuyor. Törende Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da bir konuşma yapıyor. İlim Yayma Cemiyeti’nin 1951 yılında açtığı ilk imam-hatip okulunun adı ise uzunca bir süredir Recep Tayyip Erdoğan Anadolu İmam Hatip Lisesi. Burada gören gözler için ibretlik bir sembolizm bulunuyor. 

Bize kimi zaman “Cumhuriyet’in çökertilmesinden size ne” diye soruyorlar. Oysa bu çöküşün muhatabı doğrudan biziz. Sermayenin ve Türkiye yönetici sınıfının Cumhuriyet’e ihanetinin temelinde sol düşmanlığı, sol korkusu, antikomünizm var. Cumhuriyet’i bizden duydukları korkuyla yıktılar. Sol düşmanlığı adına kendilerine açılan kapılardan girenler ise önce hükümet, sonra devlet oldular ve bugün kendi rejimlerini inşa ediyorlar. 

Bu rejim inşasının somut olarak gözlemlenebileceği yerlerden belki de en önemlisi eğitim alanı. 4+4+4’le başlayan süreç bugün din dersinin anaokullarına inmesiyle, her okula imam atanmasıyla, müfredatın bütünüyle dinselleştirilmesiyle devam ediyor. Milli Eğitim Bakanı Meclis kürsüsünden tarikat ve cemaatlerle imzalanan protokolleri savunuyor, birlikte çalışmaya devam edeceklerini söylüyor.

Demek ki İlim Yayma Cemiyeti 1951’de tesadüfen kurulmuyor, demek ki her şey AKP ile başlamıyor; Cemiyet’in bugün üstlendiği işlev tarihsel bağlamına yerleştirildiğinde bir anlam kazanıyor. Türkiye’de dinsel bir rejim inşa edildiğini, bunu da en çok Türkiye kapitalizminin istediğini, emeğin sömürüsü için en çok din sömürüsüne ihtiyaç duyulduğunu söylemeden, emek mücadelesi ile laiklik mücadelesini birleştirmeden ve bunun üzerine güçlü bir siyaset kurmadan tek bir adım dahi atmak mümkün görünmüyor.