Nazilerin ardından Siyasal İslamcılar dünyayı karanlığın eşiğine getirdi.

Sert kırılmalar çağında hayatta kalmak

Samuel Paty, bir öğretmen olarak görevini yaparken örgütlü bir cinayete kurban gitti. Sadece Samuel Paty değil, dünyanın her köşesinde günümüzde ya da tarihin farklı dönemlerinde benzer trajedilere tanıklık ettik. Zorunlu askerlik görevini tamamlamak için İzmir-Menemen’de bulunan öğretmen (o sırada asteğmen rütbesiyle görev yapıyor) Mustafa Fehmi Kubilay, emekleme dönemindeki Cumhuriyet’in en büyük sınavıyla yüz yüze gelmişti. Kurusıkı tüfeklerden açılan ateş sonucu ölmediğini fark eden ayaklanmanın lideri, kendini şeyh ilan etmiş ve Kubilay’ın başı oracıkta kesilmişti. 23 Aralık 1930’da gerçekleşen olaylar Cumhuriyet’in gelecekte karşı karşıya kalacağı sorunun bir ön işaretiydi. İnsanlık, tarihin çeşitli evrelerinde bu türden trajedilerle baş etmeye çalışırken, temelde yatan esas sorunu ertelediği sürece bu türden barbarca eylemlerle baş etmek zorunda kalabilir.

Dinin bir çeşit devrim olduğunu iddia edenler yalan söylüyor. “Demek ki, devrim dinin hiçbir yerindedir; dinde devrim yoktur. Din devrimden yoksun olduğu için, kurtarıcıya sarılır. Uygarlık tarihinin eşitsiz karakterinin bir yansımasıdır o. Uygarlık tarihi eşitsiz toplumların tarihi olduğu için, aynı zamanda kurtarıcı arayışının da tarihidir” (Gökdemir,2019:120).1 Din, devlet olmadan bir hiçtir. Yayılmak ve kurumsallaşmak için devletin desteğine ihtiyaç duyar. Ezilenlerin bu güçlü iç çekişe rağbet etmesinin bugün, anladığımız manadaki devrimle ilişkisi yoktur. Din, geleceği sömürücü sınıf tarafından esir alınmış insanların cennet histerisinden başka bir anlama sahip değildir. Buradan yola çıkan biri bunun psikolojik bir rahatsızlık olduğunu elbette söyleyebilir; ancak bu mesele sadece buraya indirgenemez. 

Tam bu noktada gerçek faillerin eylemlerine odaklanmalıyız. Katili bir kişi ya da dar bir grup olarak göstermek ya da bunu Agatha Christie romanlarındaki polisiye romantizmine indirgemek, gerçekliğin üzerini örtmek için kullanışlı bir ideolojik yöntem olabilir. Samuel Paty’nin katili Avrupa emperyalizmidir. O Avrupa emperyalizmi, ABD’nin Ortadoğu’daki tüm kanlı operasyonlarına izin vermiştir. Şimdi, sözde laik Fransa Cumhuriyet’inde tüm öğretmenler en özgür olmaları gereken ortamlarda yani sınıfta, korkunç bir sansürün ve endişenin pençesindedirler.2 Sadece Fransa’da değil, İngiltere’de de durum böyledir. 

Sovyetler Birliğini yıkma projesi, Nazi iktidarıyla başlamış ve başarılamamış bir projeydi. Bunun hemen ardından ideolojik ve bölgesel silahlı gerilimler devreye sokularak ‘sosyalizm’ tüm değerleriyle tarih sahnesinden silinmeye çalışıldı. Neydi o değerler? Aydınlanma ruhunu, kısacası devrimci tüm ruhunu kaybeden burjuvazinin yerini işçi sınıfı almıştı. Sekülerizm, bu andan itibaren işçi sınıfının insan olarak iki ayağının üzerine dikilmesinin net bir ifadesiydi. Laiklik olmadan sömürü ve kölelik koşulları katlanarak artıyordu. Tam da bu nedenle emperyalizm, Sovyetler Birliği’nin etkisi ve yardımıyla inşa edilen Ortadoğu’daki laik rejimleri tek tek yıkmaya ve sosyalizmi kuşatmaya girişti. Türkiye Cumhuriyeti, bu yıkımdan diğer ülkeler gibi payını almıştır. Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir politik denklemde, doğudaki insanın köleleştirilmesi çabasına hız verilmeliydi. Bunun için din kullanıldı, toplumun hafızasından silinmeyecek barbarca saldırılar düzenlendi ve halkların kişilikleri tamamen silinmeye çalışıldı. Bunun en tipik iki örneği, Afganistan ve Çeçenistan’dır. Laikliğin olmadığı bir toplumda ve dinin tüm kamusal alanları ele geçirdiği bir yaşam alanında işçi sınıfı için gerçek bir cehennem ortamı yaratılmış demektir. Kısa vadeli (genellikle uzun vadeli ve akılcı düşündüklerini iddia ederler) ve akılcı çözümler ürettiğine inanan emperyalizm, dünyanın bir yarısını dinin karanlığına iterken, diğer yarısını yani Latin Amerika’yı komünizmle mücadele uğruna uyuşturucu bataklığına itti. Şimdi, Meksika bu korkunç deneyimin tipik bir örneği. ABD sınırlarına dev bir duvar örerek, yarattığı canavarın ölümcül etkisinden kendisini kurtarmaya çalışıyor. Kurtaramaz…

Avrupa ideolojisi kıtayı tüm dünyadan yalıtırken, sınırların kıtayı koruyabileceğini düşünüyordu. Aynı sınırlar nasıl Nazi işgalinden Avrupa ülkelerini koruyamadıysa (Maginot Hattı), bugün de ‘Müslüman coğrafyadan’ akın akın buralara gelen zombileri uzaklaştıramayacaktır. Sovyetler Birliğini ya da Türkiye’deki sol mücadeleyi bastırabilmek için sınırsız destekle ve devlet gücüyle yaratılan tüm bu köktendinci faşist güçler, Mary Shelley’nin efsanevi romanın baş karakteri ‘Frankenstein’a çok benziyor. Frankenstein, kendini yaratanlarla yüzleşiyor ve bu yüzleşmenin daha ilk evresindeyiz. Yıkılan Cumhuriyet’in ‘Şahsım’ adlı yöneticisi ve onun ‘Kılıç Ali’ lakaplı din işlerinden sorumlu bürokratı, Frankenstein’ın sözcülüğünü üstleniyor. Din tüm yaşamı sardığında, toplumu derin bir ahlaksızlaşma ve çürüme ele geçirir. Ölü bir bedeni ortada bırakmak, toplumsal yaşam için büyük bir tehlikedir ve salgın hastalıklara davetiye çıkartır. Bu yüzden çoktan tarih sahnesinden alınması gerekenleri, mezar kazıcıları layığıyla defnetmelidir. 

Savaşlarla, açlıkla ve her dakika ölüm tehlikesiyle yaşamak zorunda bırakılan insanlar, emperyalizmin kanlı politikalarının kurbanı ve profesyonel bir katiline dönüştürüldüler. Katilimizi anlamak ve onun zihnindeki kırılmalarla empati yapmak zorundayız. Tüm bunlar kaynağını sınıfsal gerilimlerden alıyor. Ankara’da arkadaşlarımızın canına kast eden o vahşi katili yaratan sistemin tüm kodlarını irdelemememiz gerekiyor. Sovyetler Birliği’nin olmadığı bir dünyada doğu halklarının elinde kalan tek şey din olmuştur. “Din bu kurtuluşu öte dünyaya, ölümden sonraki yaşama, gökyüzüne bırakır. Diğeri kurtuluşu bu dünyada talep eder; bizzat toplumun dönüşümünün içine yerleştirir. Başlangıçta her ikisi de kovuşturulur ve kovalanırlar, üyeleri sürgün edilir ve istisnai yasalara tabi tutulur. Ama hepsi bu kadar! Tarihin, bütün tanrıları ve bütün peygamberleri birbirlerine benzeten simyası, dinde bir kurtuluş olmamasına dayanıyor. Yenisi, eskisinin yarım bıraktığı işi tamamlama iddiasıyla ortaya çıkıyor. Acı çeken insanlar büyük bir umutla yeni inancı benimsiyor ve peygamberin arkasında diziliyor. Ancak, vaat edilen kurtuluş ölümden sonraya, öte dünyaya ertelendiği içindir ki, kurtarıcı güncelliğini koruyordu. Şeriat ve dogma, acıya çeki düzen vermekle, onu katlanılabilir kılmakla sınırlıyordu kendini. Bu tarih, uygarlık tarihinin eşitsizlikçi karakterinin bir yansımasıydı” (Gökdemir, 2019:125). Yoksulluğun, eşitsizliklerin ve savaşın pençesindeki bir insanın öte dünyanın güzelliklerini bekleyecek zamanı yoktur. Bu yüzden bir an evvel vaat edilen topraklara ve tanrının egemenliğine kavuşmalıdır. Suruç’ta gencecik insanların arasında kendisini öte dünyanın kollarına bırakan genç katilin motivasyonunu doğru bir biçimde anlamlandıramadığımız sürece ve sömürü ilişkilerini aynı kayıtsızlıkla seyrettikçe, yarattığımız hayali cumhuriyetin ve laikliğin gözlerimizin önünde kayıp gidişini izlemeye devam edeceğiz. Fransa’da alınan önlemler, laikliğe yapılan vurgular, bir sahne gösterisinden öteye geçmeyecektir. Samimi değiller…

Türkiye semalarında akbabalar daire çiziyor

Şimdi, yurtdışındaki sosyalistlere ve muhaliflere bir demokrasi bloğu çağrısı yapılıyor. Bu blokta kimlerle birlikte yer almamız isteniyor? Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan. Peki, cumhurbaşkanlığı seçiminde kime oy vermemiz isteniyor? Abdullah Gül. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada erdemleriyle çürümeden ayakta kalan tek bir çevre var; o da sosyalistler ve devrimciler. Toplum, kendi içinde fedakârca örgütlenen bu çevrenin erdemlerine tanıklık ediyor. Bu güçlü tanıklık, düzen siyasetini ‘sosyalistlere’ çağrı yapmak zorunda bırakıyor. Türkiye’nin semalarında akbabalar daire çizerken, bu çağrıya ‘yetmez ama evetçiler’, ‘fettullahçılar’ ve ‘sol görünümlü ve sözde sosyalist Kürt hareketi içerisinde etkisini sürdüren liberaller’ çoktan yanıt vermiş gibi görünüyor. Toplumun erdemli sesinin bu akbabaların çağrısına verdiği yanıt ise çok net. Suruç’ta ve Ankara’da bu ülkenin gençlerine karşı yapılan barbarca saldırıların birinci dereceden faillerinden biri olan Ahmet Davutoğlu ile sokakta yürürken dahi yan yana gelmemeye özen gösteririz. Sadece Türkiye’de değil Suriye’de Frankenstein’ların yaratılmasına destek verenlerin ve halklara karşı korkunç cinayetler işleyenlerin yeri ittifak masası değil, yargı kürsüsüdür. Kimin hangi çağrıyı yaptığının yurtdışındaki devrimciler içinde bir kıymeti yoktur. Boşuna çağrılar yapıp, kirli nefeslerinizi yormayın. Türkiye’de şifre skandalı olduğunda ve milyonlarca gencin geleceği çalındığında eylem için sokaklara çıkan gençleri fotoğraflayan ve onları yuhalayan vali yardımcısı Metin Borazan gibilerin taktıkları masum muhalefet maskesini yüzlerinden çekip almaya ve sonuna dek işçi sınıfının erdemleriyle yaşamaya devam edeceğiz. İçerisinde olacağımız tek ittifak yoksulların ve üretenlerin ittifakıdır. Dünyayı sürüklendiği karanlıktan kurtaracak olan bu ittifaktır.