Halkın kayda değer bir kesiminin seçimle hayatında köklü değişiklikler sağlama imkânının olmadığını fark etmekle birlikte böyle bir hakkı elinde bulundurmayı büsbütün de önemsiz saymadığı, pek çok durumda belli bir açıklıkla anlaşılmaktadır.

Sandığın büyüsü

Herhalde var bir büyüsü, diye düşünmeden edemiyor insan. Şu iki durumu kastetmiyorum: Sandığı bir baltayla becerilmiş kadar parçalayanları, bu benzetmeyi haklı çıkaracak derecede hile hurda katanları demek istemiyorum; biri bu. İkincisi de şu: O sandıktan çıkanları tez zamanda yok  edenleri de anlatmak istemiyorum. O iki kategorinin böyle bir büyüden etkilenmedikleri ortada. Etkilenmiş olsalardı, bu kadar hoyratça davranabilirler miydi? Büyüye, ya da somutlaştırarak söylersek, bir büyüye inanıyorsanız, ona aykırı davranmanın hayırlı sonuçlar vermeyeceğine de inanır ve ürker, ayağınızı denk alırsınız.

Oysa, yukarıda söz ettiğimiz iki kategoriden ikincisinin az sayılamayacak örnekleri vardır. Sadece ikisini hatırlarsak, zaman bakımından ikincisi, Şili’de Allende’nin başına getirilenlerdir. Öbürü ve daha eski olduğu için onun kadar bile hatırlanmayanı, İranlı Musaddık’tır. Her ikisinde de bugünlerde başı esaslı dertte olan ABD’nin belirleyici parmağı, sadece aradan onca yıl geçtikten sonra bugün değil, daha o zaman da apaçık ortadadır. Ancak, madem benzerliği belirttik, benzemezliklerden birini de belirtmeliyiz: Adlarını saygıyı eksik etmeden andıklarımızdan ilki, ne yaptığını ya da yapması gerektiğini daha iyi bilen bir konumdadır ve Amerikan darbesine karşı direnirken ölmüştür. İkincisininse yaptıklarının daha az farkında olduğunun bir yorum olarak söylenebileceğini ve İngiliz-Amerikan ortak yapımı darbe ile devrildikten çok sonra, “eceliyle” öldüğünü somut bir olgu olarak biliyoruz.

Bu arada, biraz önce başının esaslı dertte olduğuna değinip geçiverdiğimiz Amerika’nın onyıllar falan değil, yüzyıllarca “kontrol ve denge mekanizmaları cenneti” olarak yutturulduktan sonra kim bilir kaçıncı kontrolsüz ve dengesiz baş yöneticinin elinde oyuncağa mı, neye, döndüğünü hatırlamamak olmuyor ve oyuncak demek pek hafif kalıyor. Üstelik, birkaç hafta önce “Halkın oyları mı dediniz?” başlıklı yazıda, Dahrendorf’un aktardığı bir saptamaya dayanarak “Amerikan başkanlarının büyük çoğunluğu seçmenlerin yüzde 10’u, 12’si tarafından seçilir.” demiştik. İşe bakın, şimdi de neredeyse “zavallı Amerika!” diyeceğiz.

Çağrışımlar işte, bir boşanıverdi mi, ardı arkası kesilmez. Her neyse…

Herhalde büyüdür diyerek kendisine kapılanların çokluğuna bir anlam vermeye çalıştığımız sandık, doğal olarak, bizde de  benzer bir etkiye sahiptir. Bunu muhalif muvafık, iktidar karşıtı ya da destekçisi herkeste, her kesimde, her partide görmek mümkündür. Elbette, her birinde farklı kaygılarla, dolayısıyla farklı içtenlik düzeylerinde… Az önceki her parti sözünün  “memlekete hizmet yarışında” olduklarını söyleyen, gerçekteyse memleketin egemen sınıf ve katmanlarına hizmet ettikleri ancak biraz çabayla bilinebilen her parti anlamına geldiğini de ayrıca belirtmek gerekir mi, bilmem.

Büyü sözcüğüne yüklenerek biraz eğlence katmaya, biraz da tam açıklanamayandan kaçma çabası gösteriyorum galiba. Bunlardan vazgeçersek, sözü şuraya getirebiliriz: Seçim, baştan beri onun simgesi olarak kullanılan sözcükle sandık, bir başka anlatımla, yönetenlerin ve hepsinin üstündeki siyasal iktidarın seçim olarak bilinen bir yolla belirlenmesi olgusu, daha doğru bir deyişle yanılsaması, her türlü politik etkinliğin tek meşru dayanağı, buna bağlı olarak vazgeçilmez hedefi durumundadır. Bir kayıtla: Bu sadece bir azınlık için geçerlidir. O azınlık, yukarıda sergilemeye çalıştığımız sahnenin ön plandaki aktörleridir: bir iş ve meslek olarak politikacılar, onların örgütleri, onlara bağlı ideologlar, devletin çeşitli kademelerindeki görevliler, vb.  Buna karşılık, karşılaştırılamayacak kadar büyük bir çoğunluk oluşturan asıl öğeler olarak sahneyi seyreden ve bazen alkışlayıp bazen ıslıklayanlar, bunun bir oyun olduğunun farkındadırlar ve tutumları bu farkındalıkla önemli ölçüde uyumludur.

Ne demek mi istiyorum? Kim bilir kaçıncı kez karşılaştığım bir durumdan yola çıkarak anlatmaya çalışabilirim.

Malum, halkımızın en azından bir kesiminin nicedir kyt kısaltmasıyla anmaya başladığı koronada yaşa takılanlar arasında olduğum için, çok alıştığım televizyondan al haberi programlarından birini seyrediyordum. Konuk olan kişi bir kamuoyu araştırması şirketinin sahibiydi ve yaptıkları son araştırmadan özet bulgular aktarıyordu. O araştırmanın sonuçlarına göre, halkın en büyük sorun olarak gördüğü dört beş başlıktan söz etti. İlk iki sırada, açık ara, işsizlik ve pahalılık geliyordu. Arkasından da gelir dağılımı eşitsizliği, terör ve benzeri başlıklar sıralanmıştı. Programcı, artık bu tür muhabbetlerde alışıldığı üzere, böyle sorunları halkın kendisi dile getirdiği halde nasıl olup da seçimlerde hiçbir şeyi değiştirmediğini sordu. Yanıt ilginçti: Seçmenin sorunlara bakarak oy vermediği, anlık baktığı, son birkaç aylık duruma –olaylara, gördüklerine, duyduklarına- göre oy kullandığı ileri sürülüyordu.

Böyle bir yorumun geçerliliği çok tartışmaya açık olmakla birlikte, bu yazının başına dönmemizi kolaylaştırıcı bir yanı da yok değil.

Halkın, değindiğimiz araştırma sonucunda ileri sürüldüğü gibi, işsizlik ve pahalılığa şu sıralarda en berbat sorunların başında yer vermesi şaşırtıcı değildir. Nedeni ortada: Bunlar ve bunlarla doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılı başkaları, kapitalist düzenin başlangıcından beri emekçi insanlara cömertçe sunduğu nimetler arasındadır. Bu durum hiç değişmemiştir ve değişmeden devam etmektedir. Dolayısıyla, halkın büyük bölümü, kısıtlarının ve onların azalıp çoğalmasıyla bağlantılı olarak düpedüz bir sahtekârlığa dönüşme derecesinin farkında olsun olmasın, “genel ve eşit oy” diye bilinen hakkın değerini anlamakta, ama bu değerin sınırlılığını da bilmektedir. Buna bilmek yerine sezmek demenin daha doğru olduğu öne sürülebilir elbette. Ancak, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, halkın kayda değer bir kesiminin seçimle hayatında köklü değişiklikler sağlama imkânının olmadığını fark etmekle birlikte böyle bir hakkı elinde bulundurmayı büsbütün de önemsiz saymadığı, pek çok durumda belli bir açıklıkla anlaşılmaktadır.

Buna benzer bir açıklık da şuradadır: Halkın kendisi için önemsiz sayılamayacak bu haktan yararlanarak o yolla gerçekleşme olasılığı çok düşük köklü değişiklikler peşinde koşmak yerine, çok daha güncel ve elde edilmesi mümkün olmakla kalmayıp oldukça da kolay görünen kazanımlar için oy hakkına başvurmayı yeğ tuttuğunu düşünmek yanlış olmaz. Bunun çarıklı erkânıharp aklına daha uygun bir tutum olduğunu belirtmekte sakınca yoktur.

Ayrıca, erkânıharbin çarıklısının postallı ve apoletlisinden daha az akıl fikir sahibi olduğunu kim iddia edebilir?