Yıllar süren işgal, gelip geçen ve kasap lakaplı başbakanlar bile Filistin halkının mazlumdan-zalime dönüşme hızına engel olamadı.

Orta Doğu'nun Hitler'i Netanyahu

Binyamin Netanyahu, gerçek adı aslında bu değil. İsrail Devlet Başkanını'ın gerçek adı: Bünyamin Netenyahu ve aslında özbeöz Türk. Bu tür gizli kalmış bilgileri ve daha fazlasını merak ediyorsanız, 'Gizli Gerçekler' YouTube kanalımı ya da twitter adresimi takip edebilirsiniz. Bünyamin, önemli bir mesele. Onun önemli bir mesele olmasının sebebi, kafamdan uydurduğum bu saçma sapan şeyin sosyal medyada hızla yaygınlaştırılabilecek bir enformasyona dönüşme ihtimali. Filistin-İsrail meselesinde son yaşanan gelişmeler, sosyal medyanın gerçek anlamda bir kanalizasyon olduğunu bir kez daha ispat etti. Bilgi olmayan ama kesinliği kitleler tarafından şüphe götürmeyen bilgiler, hızla milyonlarca kişinin önüne seriliverdi.

Yıllar süren işgal, gelip geçen ve kasap lakaplı başbakanlar bile Filistin halkının mazlumdan-zalime dönüşme hızına engel olamadı. Bu anlamda korkunç bir çağda yaşıyoruz. Kitlelerin duygu ve motivasyonlarının değiştirilme, yönlendirilme ve kısacası manipüle edilme hızları Edward Bernays'ın gözlerini yaşartır düzeyde. Tarihsizleştirilen insan nedir? Tarihi olmayan bu mahluka artık insan denilebilir mi? Kapitalizmin en büyük sihri belki de yarattığı iletişim ağları sayesinde bir şekilde ortaya çıkan 'tarihsizleştirilmiş ve bu araçlar vasıtasıyla zorla uzmanlaştırılmış' bireylerdir. Tüm yaşama ve insanlık tarihine bugünden bakan bir mahluk yarattılar. Belki de süreyi 24 saate yükselterek abartıyorumdur. İnsan denilen canlının elindeki camdan ışıklı uyaranlar yüzünden dikkatinin neredeyse 60 saniyenin altına kadar düştüğünü hesap edersek bu tarihsizleştirmenin korkunçluğu bir kat daha artıyor. Elbette buradan bir yılgınlık ya da umutsuzluk çıkarmamak gerekiyor. Kitlelerin 'zalimden' yana yönlerini değiştirme hızları alabildiğine dehşetengiz gelse de mücadele etmek zorundayız. Bu kesif karanlığın içinde her şeye rağmen doğruları söyleme cesaretini taşıyan ve bunun için örgütlenen insanların olduğunu düşünürsek eğer, bu kesif karanlığın içinde "hiç ışık yok" demek büyük bir haksızlık. Kısacası, karanlığı yırtmak istiyorsak önce kendimiz ışık olmak zorundayız...

16 Eylül 1982 Sabra ve Şatilla katliamı. İsrail tarafından çaresiz ve silahsız insanlara karşı yapılmış bir soykırım girişimi. Eldeki verilere göre, Batı Beyrut'ta Sabra ve Şatilla adındaki Filistin mülteci kamplarında İsrail tarafından çocuklar dahil olmak üzere tahmini olarak 3500 kişi katledilmiştir. Katliamın ayrıntıları çok çirkin ve yazmak bile gerçekten zor. Bizler bunları yazmaya zorlanırken başkaları Filistin halkını hızla zorba ve terörist ilan etmekten çekinmediler. İnsanlığa karşı bu suçları işleyenler ise ne hikmetse bir türlü terörist olamıyorlar. Terör kavramı çok hassas bir kavram ve düzenin bekçileri tarafından sürekli olarak mazlumlara karşı bir silah olarak kullanılıyor. Tarihsizleştirilmiş ya da kafkaesk bir tabirle ifade etmek gerekirse böcekleştirilmişlerin bunu idrak edebilmesi zor. Katliamdan İsrail'in eski başkanı Ariel Şaron sorumlu tutuldu. Ve sorumlu hakettiği bir lakap aldı: Kasap Şaron. İsrail Meclis Araştırma Komisyonu Şaron'u katliamdan 'dolaylı' sorumlu bulmuş. Belki de bu dolaylılık sayesinde Şaron, başbakanlık koltuğuyla ödüllendirilmişti. Kumsallarında bikinili kadınların özgürce partilediği, laik ama şeriatle yönetilen İsrail'den insan manzaralarıdır bunlar. Şimdi, gelelim yaşadığımız yüzyıla.

İngiltere Avam Kamarası'nda İşçi Partisi Milletvekili Kim Johnson, Başbakan'a soru sorduğu sırada tüm İsrail hükümetine faşist dedi.1 Kadın milletvekili hayatının hatasını yapmış, demokrasinin mabedi İngiltere'de ifade özgürlüğünü kullanma cüretini göstermiştir. Partinin lideri Sir Keir Rodney Starmer, tam da iktidara gelmek için tüm ayarlamaları yapmışken tatsız bir sürprizle karşılaşmış ve kendi vekiline karşı akıl almaz bir baskı kampanyası yürütmüştü. Sir Starmer'ın taktiği, 'anti-semitizm' linciydi. Bu linç sayesinde Jeremy Corbyn ve görece solcu çetesini (elbette onun perspektifinden çete) partiden tasfiye etmişti. Kim Johson, partiden atılma korkusu yaşamış olacak ki baskılara dayanamamış ve özür dilemek zorunda kalmıştı. Netenyahu ve İsrail hükümeti Avam Kamarası'nın kayıtlarına faşist olarak kaydedilmişti. Bu kayıt basit bir kayıt olamaz. Karşımızda İsrail muhalefeti tarafından da faşist olarak nitelendirilen bir hükümet var. Bu yüzden 'Hitler' benzetmesinin kendisi ağır değil. Ağır olan İsrail'deki faşist iktidarın aşağıdaki tabloda göreceğiniz suçlarıdır. İsrail'in en büyük gazetelerinden Haaretz'in baş editörü de bu gerçeklere daha fazla kayıtsız kalamamış olacak ki (bu gazetenin ortak görüşü) savaşın sorumlusunun İsrail Başbakanı Netenyahu olduğunu yazmış.2

'2008'den 2023'e İsrail-Filistin Çatışması. Tabloda ölen insan sayıları karşılaştırmalı olarak açık bir biçimde görülüyor. Kaynak:Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi, 7 Ekim 2023'

Şimdi, tarihin o eşsiz sarkacını bir kez daha izleyelim ve geriye doğru bir yolculuk yapalım. Michael Collins, İrlandalı devrimci, asker ya da daha popüler tabirle kabiliyetli bir gerilla ve stratejist. İrlanda Cumhuriyet Ordusu'nun (İRA) istihbarat direktörü olan Collins, İngilizleri şoke edecek bir saldırı planlamıştı. Plana göre, İngiltere ordusunun subayları tek tek yakalanacak ve infaz edilecekti. Bu kabiliyetli devrimci, ilk etapta elli kişilik bir liste hazırlamıştı ancak listede yer alan bazı isimlerin suç işlediğine dair yeterli kanıt bulunamadığının İrlanda Savunma Bakanı Cathal Brugha tarafından ısrarla savunulması üzerine liste otuz beş kişiye düşürülmüştü. Daha sonra adı geçenlerden bazıları hakkında yeterli delil olmadığı gerekçesiyle sayı yirmi kişiye kadar düşürüldü. Devrimciler ince eleyip sık dokuyordu, yine de bu durum onları 'terörist' yaftasından kurtaramayacaktı. Eylem İrlanda halkına karşı suç işleyenlere açık bir mesaj verecekti. 21 Kasım sabahı gerçekleşen başarılı operasyonla on bir İngiliz ajanı ve tüm hassas çabalara rağmen iki sivil yaşamını yitirdi. Eğer bir savaşın ortasındaysanız ve hele hele bu savaşı işgalcilere karşı yürütüyorsanız sivillerin zarar görmemesi neredeyse imkânsız.3 İngiltere'nin bu saldırıya verdiği cevap ise bugünkü İsrail'in uygulamalarını hatırlatır cinsten. Kraliyet kuvvetleri soluğu Croke Park stadyumunda almış ve o esnada oynanan bir Gaelic futbol maçının ortasına makineli tüfek atışıyla dalmıştı. İşte İrlanda'nın ilk kanlı pazarı bu şekilde gerçekleşti (21 Kasım 1920). Gerçekleşen bu saldırıda on üç seyirci ve bir oyuncu yaşamını yitirdi. Neticede işgale karşı haklı bir mücadele veren Michael Collins ve arkadaşları neredeyse fire vermeden düşmana kayıp verdirmiş buna rağmen üzerlerindeki terör sisini dağıtamamışlardır. İngiltere cephesinde ise açık bir biçimde İrlanda halkına kaşı terör suçu işlenmiştir. Tarihin bize gösterdiği bu deneyimler bile 'terör' kavramına neden çok dikkatli bir biçimde yaklaşmamız gerektiğini göstermekte. Peki, IRA o günlerde nasıl bir örgüttü? Michael Collins, katolikleri temsil eden bir burjuva devrimcisiydi. IRA'nın içinde İrlanda'daki tüm siyasi yelpazesinden örgütler vardı ve Anglo-İrlanda (1921) anlaşmasından önce IRA tüm İrlanda halkının içerisinde yer aldığı bir çatı örgütüydü. Komünistler, sosyalistler, milliyetçiler ve burjuva radikaller ülkenin işgalden kurtulabilmesi için bir çatı altında toplanmışlardı. Bolşevikler o dönem IRA'nın en büyük destekçileriydi. "Bu komünistler akıllanmıyor azizim!". Bolşevikler, IRA'ya destek mesajı verirken (bizzat Troçki'nin Rusya'daki devrimciler adına 1916 yılındaki Paskalya Ayaklanması için açık bir mektup kaleme aldığını biliyoruz) örgütün içindeki katolikleri ve pek de sosyalizmle ilişkisi olmayan grupları ne kadar dert edindiler bilinmez. Kendi tarihimize bakacak olursak, Türkiye'nin kurtuluş mücadelesinde Kemalistlere destek verilirken Komünist olup olmamaları pek de dert edilmiş gibi görünmüyor. Yapılan yardımın boyutları yoksul Anadolu halkını ayağa kaldırmıştır. Komünistler, Anadolu'nun kurtuluşu için sorumluluk almış, İrlanda tarihinin aksine burjuva rejim tarafından daha serpilmesine fırsat tanınmadan tasfiye edilmişlerdir. Tarihin bir trajedisi ya da ironisi olarak bu tasfiyelerin cumhuriyetlerin devrimci veçhelerini savunmasız bıraktığını açık biçimde göstermiştir. Bugün, artık benzer tarihlerde kurulan her iki cumhuriyette de aydınlanmacı ve eşitlikçi yönleri tamamen ortadan kaldırılmış, cumhuriyet diyemeyeceğimiz rejimler inşa edilmiştir. Bu trajedilere ve açık sınıf çatışmalarının yarattığı katliamlara rağmen komünistlerin işgalcilere karşı tavrı ve cumhuriyet konusundaki yaklaşımları tutarlı ve ilkesel olmuştur. Şimdi, tarihin sarkacı bugüne doğru salınırken 'Hayırlı Cuma' anlaşmasının tehlikeli bir biçimde sonuna yaklaşıyor olabiliriz. İşgal altındaki (bu ifadeye dikkat edilmeli) Kuzey İrlanda'da, yıllardır terörle ilişkilendirilen ve meşru siyasetin sürekli dışına itilmeye çalışılan Sinn Fein tarihi seçim zaferleri elde etti. Görünen o ki Sinn Fein, benzer bir zaferi Güney'de, İrlanda Cumhuriyeti'nde de elde edecek. Dublin ve Londra bu ihtimale karşı hazırlık yapıyor. 1921 yılında devrimcileri katlederek gerçekleştirilen Kuzey İrlanda'nın dondurulması sürecinin sonuna gelmiş olabiliriz. Artık İrlanda halkı yüzyıllar süren bu ayrılığın sona ermesini istiyor. Bir ada devletinin parçalanmasını biraz olsun hayal edin. Her tarafı denizlerle çevrili bir kara parçasını böldüğünüzde aslında elinizde onu tehdit edecek güçlü bir koz tutuyorsunuz demektir. Belfast limanının ticaret ve para bakımından önemine hiç girmiyorum bile. Bugün, İrlandalılar Filistin halkıyla büyük bir empati kurabiliyor. Bu empati sebepsiz değil. İrlanda hâlâ ingiltere tarafından işgal altında. Şimdi, karşımızda çok ciddi bir soru var: Böyle bir tabloda çatışmalar yeniden başlar ve Sinn Fein merkez siyaseti tarafından yeniden susturulmaya çalışılırsa hangi tarafta olacağız? İşgalciden yana mı olacağız, yoksa işgal altında yüzyıllarını deviren ve onuru için milyonlarca evladını toprağa veren İrlanda halkının yanında mı olacağız?