Jakobenler tarihin sisli perdesinin ardından yeniden görünecek; bu sefer gelenler halkın adaletini (şimşeklerini) avuçlarında taşıyacak ve burjuvazinin yarattığı kukla krallara yöneltecek.

Jakobenler yeniden sahnede: Şimdi sırada devrim ya da yok oluş var

Koranavirüs tüm ekinsel dengeleri ve toplumsal ilişkileri derinden sarsmış durumda. Ortalama 50 yıldır sadece doğal kaynaklar değil, zihinsel kaynaklar da kapitalistlerin acımasız saldırılarıyla karşı karşıya. Salgının sorumlusu ve krizin yönetilemiyor oluşunu kapitalist sistemle ilişkilendirenlere karşı hâlâ güçlü bir mukavemet var; demek ki zihin iğfal şebekeleri görevlerini eksiksiz yerine getirmeye devam ediyor. Yoksulluğa, savaşlara, sefalete ve salgına rağmen liberalizme iman edenlerin inançlarından dönemiyor oluşu, muhteşem yok oluşumuzun işaretlerinden biri olabilir. 

“Hangisi daha korkunç? Güçlü bir altüst oluş mu, yoksa sefil yamyamlığın pençesinde yoksulların birbirlerini dişlemeleri mi? Hangisi daha korkunç? Giyotin mi, yoksa yoksul köylülerin kral uğruna canlarını vermesi mi?”

Salgın toplumsallaşma olanaklarımıza saldırıyor ve kapitalistler servetlerine servet katarak çok iyi bildikleri şeyi, krizi fırsata çevirme alışkanlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar. Toplumsallaşma deyip geçmeyin; toplumsallaşma, bireylerin temel davranış biçimlerinin şekillenmesindeki en önemli uğrak noktalarından biridir. Ayak yoluna gitmekten, kur yapmaya kadar gerçekleştirdiğimiz tüm edimler toplum tarafından biçimlendirilen davranışlardır. Gerçek yaşama ve toplumsallaşmaya dair yarattığımız tüm birikimler dijital ortama taşınıyor ve bu giderek tehlikeli bir noktaya doğru eviriliyor. Salgın öncesinde yaşanmaya başlayan bu dönüşüm, salgınla birlikte hızlanmış durumda. 

Tam bu noktada komplo teorileri kapitalistlerin imdadına yetişen koç başları görevini üstlenmeye başlıyor. Aşıyla ilgili şüphelerin, anti kapitalist kılıflarda kitlelere sunulması toplumsal histerinin boyutlarını tahmin edilemez bir biçimde arttırıyor. Kitleler aşının gerekliliğiyle ilgili tıpkı sosyal medya kullanıcıları gibi ikiye bölünüyor; bu bölünme aşının etkinliğine zarar verebilecek düzeyde olduğu için oldukça tehlikeli. 

Tüm bu sözde komplocuların uyduruk hikayelerinin sonunda kazanan yine zenginler oluyor. Aşı turizmine başlamış durumdalar. Girişimci ruhunu kaybetmeyen, sarsıcı bir sermaye diktatörlüğünün uysal kurbanları olmaya böylece devam ediyoruz. Kitleler aşının temel bir hak olduğunun dahi farkında değiller. Ayrıcalıklı insanlar aşılarını olurken, yoksullar yine birbirleriyle kıyasıya mücadele etmeye devam ediyor. Ne olursa olsun toplumun derhal aşılanmasına dönük mesajların doğru bir biçimde anlamlandırılamadığını düşünüyorum. İnternet ortamına taşınan toplumsallığın yarattığı gürültü, doğru sözlerin duyulmasına fazlasıyla engel oluyor. Bu korkunç gürültü ve içerik üretme histerisi, insanı insan yapan tüm davranış biçimlerini giderek aşındırıyor. Komplocuları, fırsatçıları, tefeci ve tüccarları bir kenara bırakıp kısa bir anlığına gerçeğe odaklanalım. Toplam nüfusu 5 milyon olan İrlanda, kaç milyon aşı sipariş etti? Aşağıdaki tabloda bu rakamları net bir biçimde okuyabileceksiniz.1

İrlanda, Avrupa İlaç Ajansı tarafından onaylanmayan 4,5 milyondan fazla aşıyı şimdiden sipariş etmiş durumda (J&J/CureVac). İrlanda’nın en az aşı siparişinde bulunduğu firma Amerikalı ‘Moderna’ şirketi (Toplam: 880.000 doz). Ülke ortalama bir hesapla 14,5 milyon aşıyı sipariş etmiş durumda. Bu küçük ada ülkesinin ve diğer zengin ülkelerin bu düzeyde yüksek dozda aşı alması dünyanın geri kalanı için yaklaşan felaketin habercisi. Kapitalizme iman etmiş zavallıları bir kenara bırakırsak, aşı konusunda insanlığın umudu Küba’da. Küba, birinci dalgada doktorlarını İtalya’ya göndererek tüm dünyaya güçlü bir mesaj vermişti.

DSÖ Başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus, yaşanılan felaketi eli kolu bağlı bir biçimde izlemeye devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü yaptırım gücü olmayan bir dernek görünümünde. Derneğin lokalinde ilaç şirketi sahipleri birbirleriyle rekabet ediyor ve milyarlarca insan toplum olmaya dair hatırladıkları tüm değerleri adım adım unutuyor. 

Bu bir devrim çağrısıdır!

Burjuvalar dönüşü olmayan bir yola girmiş durumdalar. Emperyalist-kapitalist sistem iktidara tutundukça ve ömrünü uzatmaya çalıştıkça güldürmeyen bir karikatüre dönüşmeye başladı. Bu karikatürde aristokrasinin tüm çirkin alışkanlıklarını görebiliyoruz. Unvanlarına, çek defterlerine, çılgın kitlesel ölüm projelerine ve malikanelerine kapanmış; yabancılaştıkça toplumdan soyutlanmış bir sınıf olarak edimlerini sınırlandırmadan, acımasızca ilerlemeye devam ediyor. Milyonlarca proleterin ise geriye doğru adım atması demek, insanlığın uçurumdan aşağı yuvarlanması anlamına geliyor. Burjuvazi, emekçi kitlelerle imzaladığı tüm sözleşmeleri yırtmış ve paramparça etmiş durumda. Hadi pek sevdikleri David Hume’dan bir alıntı yapalım ya da onun sözlerini hatırlayalım… “İngiltere kralı imzaladığı sözleşmeye uymadığı takdirde, halkın ayaklanma hakkı meşru ve yasaldır2 Yasalar bir grubun menfaati uğruna suiistimal ediliyor, onurlu fakirliğimizin yerini onursuz sefaletimiz alıyor. Kendi sözleşmelerine dahi uymayan bir sınıfla daha fazla ilerlemek mümkün değil. Yeni ve daha adil bir sözleşme yaratabilmek için en uygun zamana doğru hızla yaklaşıyoruz. Devrim büyük emekçi kitlelerinin yasal hakkıdır ve bu hakkı talep etmek zorundayız.

Reformlarla, kısa süreli iyileşmelerle geçiştirilen o yitik çağları artık ardımızda bıraktık. Burjuvazi büyük ölçekli tavizler verebilecek durumda değil. Burjuvazi tüm dünyaya acımasız bir yamyamlık düzeni dayatıyor. Proletaryanın birbirini ısırmasından ve birbirlerinin kanını çıldırmışçasına içmesinden zevk alıyor. Jakobenler tarihin sisli perdesinin ardından yeniden görünecek; bu sefer gelenler halkın adaletini (şimşeklerini) avuçlarında taşıyacak ve burjuvazinin yarattığı kukla krallara yöneltecek. Tam bir eşitlik, adalet, özgürlük ve kardeşlik gelecek. James Larkin’in torunları tıpkı onun gibi ellerini gökyüzüne kaldıracak ve işçilere o en doğal (yasal haklarını) hatırlatacak. Büyük Jim, 30 Ocak’ta aramızdan ayrıldı; ancak çocukları ve torunları devrim çağrılarını haykırmaya devam ediyor. 

Biz inananlar, neden endişe edebiliriz ki? Nehirlerin geri akmaması gibi, düşünceler de geri gitmez. Fakat geleceği istemeyenler şunu düşünsün. İlerlemeye hayır diyerek, mahkûm ettikleri gelecek değil, bizzat kendileridir. Kötü bir hastalığa kaptırıyorlar kendilerini, geçmişi zerk ediyorlar damarlarına. Yarını reddetmenin tek bir yolu vardır, o da ölmek” (Victor Hugo-Sefiller/Oğlak klasikleri-Çeviren: Birsel Uzma).

James Larkin- “Büyükler biz sadece dizlerimizin üstünde olduğumuz için büyüktür. Ayağa kalkalım”. /21 Ocak 1876-30 Ocak 1947