Burada gündeme getirdiğimiz, biçimsel ya da resmi anlamdaki ödüller değil. Bütün has şairlerin almak isteyecekleri, başka tür bir ödülden söz ediyoruz.

İki şair, iki ödül

Şairlerin biri bizden, öteki dünyanın öbür ucundan. Bizden olan ötekini tanır. Öteki ise bizim şairimizi tanımaz; hatta, büyük olasılıkla, adını bile duymamıştır. Bizim ülkemizden olanın da ödül almışlığı vardır; benim bildiğim üç ödül almıştır. Çok uzak ülkeden olanınsa almadığı ödül kalmamıştır.

Başlığa ödül sözcüğünü çıkardık diye şairlerimizin ödüllerinden söz edecek, onları sayıp dökecek değiliz. Öylesi, her ikisine de ayıp olur. 

Zaten burada gündeme getirdiğimiz, biçimsel ya da resmi anlamdaki ödüller değil. Bütün has şairlerin almak isteyecekleri, başka tür bir ödülden söz ediyoruz.

Çok uzak ülkeden deyip durduğum şairin adı Pablo Neruda. Çok uzak bir ülkeden, ama aslında her ülkeden de diyebiliriz. Dolaşmadığı ülke, çevrilip okunmadığı dil kalmış mıdır, bilinmez. Herhalde kalmamıştır.

Bizim yurttaşımız olanın adını hemen yazmayalım. Sırası gelince yazarız.

***

Neruda’nın anı kitabı Yaşadığımı İtiraf Ediyorum dilimizde yayımlandığında ben Antakya’da askerlik yapıyordum. İlk basımı piyasaya çıkalı sadece birkaç ay olmuştu ve 1975 yılının Eylül ayı başında orada kitabı bulup satın alabilmiştim. Hemen okumuş ve biraz koğuştaki yatağımın üstünde, biraz yedek subay öğrenci gazinosunda, çizgili dosya kâğıdına özenli bir el yazısıyla yazdığım bir yazıyı Ankara’ya, Yürüyüş dergisine postalamıştım. Aynı ayın sonuna doğru yayımlandığını hatırlıyorum. “Şiiri Gücü” ara başlığını taşıyan bölümün bir yerinde şunları anlatıyordu Neruda:

Lota’daydı. Yıllarca önce. Toplantıya on bin maden işçisi gelmişti. Açlıkla yüzyıllardır hep ve hep kaynaşan kömür bölgesi, Lota alanını kömür emekçileriyle doldurmuştu. Politikacılar uzun uzun konuştu. Sıcak öğle havasında kömür ve deniz tuzu kokuları vardı. Okyanus az ötedeydi. Bu erkeklerin kömür çıkardığı karanlık oluklar suların altında on bin kilometre tutuyordu.

Şimdi hepsi kulak kesilmişti. Keskin güneş altında. Konuşmacıların kürsüsü yükseltilmişti. Madenci şapkalarının ve başların kapkara dalgalanışını görebiliyordum. Ben en son konuşacaktım.”

Sıra ona geliyor ve toplantının sunucusu, şuna benzer sözlerle son konuşmacıyı çağırıyor: “Şimdi de karşınızda yoldaş şair Pablo Neruda ve şiiri…”

Herhalde bu kadar soğuk bir tanıtım değildir. Biraz daha uzunca ve çok daha övgülü sözlerle dolu bir çağrıdır.

Aradan çıkalım ve sözü yeniden şairimize bırakalım:

Adım ve şiirimin başlığı ‘Stalingrad için yeni sevgi türküsü’ duyurulunca, olağanüstü bir şey, hayatım boyunca unutamayacağım bir törenle karşılaşıverdim. Dev yığın, adımı ve şiirimin başlığını duyar duymaz, şapkalar sessizce çıkarıldı. Politikanın açık ama kuru dilinden sonra benim şiirim okunacak, şiir okunacak, diye şapkalar çıkarılmıştı. Yükseltilmiş kürsüden görebiliyordum şapkaların sonsuz bir deniz gibi dalgalanmasını. On binlerce el bir anda yana düşüvermişti. Denizin dalgalanması gibi. Suskun bir çağlayan gölü gibi. Derin saygıyla dilsizleşmiş kapkara ağaç kümeleri gibi. Anlatılmaz.”

O şiirin güzel bir çevirisini bulamadığım için bir bölümünü olsun aktaramıyorum.

***

Bizim yurttaşımız olan şairse Edip Cansever. Daha otuzuncu yaşına girerken, 1958’de kendisini anlattığı bir yazısında “Dünyanın en düz, en serüvensiz yaşayan insanlarından biriyim.” demiş. Ama, bizim “görkemli altmışlar” dediğimiz dönemin onu da etkilediğini ileri sürebiliriz. Aybar’ın kurucuların çağrısını kabul ederek 1962’de genel başkan olmasını izleyen dönemde, önemli sayıda aydın ve sanatçının partiye katılmaları sırasında olmalı, Türkiye İşçi Partisi’ne katıldığı, hatta parti tarihinde “22’ler” olarak bilinen bir grubun içinde tüzükteki bir maddenin yanlış uygulandığına ilişkin ısrarlı itirazlarda bulunacak kadar “düz ve serüvensiz yaşamaya” pek de uygun olmayan bir siyasallaşma süreci içine girdiği görülüyor. Cansever’in, 1964 yılı ortaları sandığım bir zamanda partiden ayrılması ile birlikte bu siyasallaşmanın sona erdiği ya da başka bir aşamaya evrildiği söylenebilir. Ayrılma dedim ama, ihraç edilme olup olmadığını bilmiyorum; güvenilir bilgiye ulaşamadım.

Edip Cansever’in aşağıya son dizelerini aldığım “Pas” başlıklı şiiri, ilk kez, Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergi’nin Temmuz 1971 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Genç okurlar arasında bilmeyenler bulunabilir: Memet Fuat, Nâzım Hikmet’in üvey oğludur.

(…)
Bir şarkı ne zaman güzel değildir
Sonu olduğu zaman 
Sonu yoktur çünkü güzel şarkıların
Kimse bir şarkıyı sonuna kadar söyleyemez
Nasıl ki ölüm öldürenlerinse
Ve korku korkmuyor görünenlerin
Şarkı tersine
Tut ki kırgın bir menekşeden sapmıştır onun yüreğiyse
Hem de bir menekşeyi yeniden icat etmiş gibi
Gererek yapraklarını
Gererek gözkapaklarını
Yumruklarını sıkarak
Ağlamayı unutmak için.

Duvar diplerinde ve sakınaraktan
Bir akşamüstü sırasında
Saygı anılarınıza
Saygımız ki bir kurşun yarası kadar derin
.”

O derginin hâlâ kitaplığımda bulunan iyice sararmış nüshasında şiirin yer aldığı sayfanın altına “Sağ ol Edip Cansever” diye yazmışım kurşun kalemle. Yayım tarihinden hemen önceki Mayıs ayının sonunda Sinan Cemgil ile arkadaşlarının Nurhak dağlarında vurulduğunu, ertesi günse İstanbul’da Mahir Çayan’ın yaralı, Hüseyin Cevahir’in “ölü ele geçirildiğini” de aydınlatıcı bir bilgi olarak ekleyelim.

***

Burada bir benzerlik, bir de benzemezlikten söz edilebilir. Benzerlik şurada: İki şairin durumunda da resmen, biçimsel anlamda, adıyla, sanıyla, kurallarıyla önceden belirlenmiş bir ödül yok. Şairlere ve şiirlerine karşı bir tutumun, bir beğenmenin, bir saygının kendiliğinden sergilenmesi söz konusu.

Benzemezlik dediğimse şu: Şairlerden biri, bunun farkında, kendi gözleriyle görüyor ve bunun sağladığı hazzı mı demeli, keyfi mi, mutluluğu mu, her neyse onu yaşıyor. Öteki şairse kendisine verilen ödülün farkında değil, daha doğrusu, haberi olamamış. Dolayısıyla, öylesi güzellikler de yaşamıyor.

Elbette, gösterilen tutumun, beğeninin, saygının gösterenlerin sayıları arasındaki büyük farka bakılarak niceliksel açıdan esaslı bir benzemezlik taşıdığı da düşünülebilir. Ama burada bunun pek önemli olduğu söylenemez; çünkü, zaten baştan beri biçimsel/resmi/formel bir ödülden söz etmiyoruz.

Yine Neruda’nın anılarından bir aktarma ile bazen tek bir okurun bile en azından resmi ödüller kadar değerli olabileceği gösterilebilir, sanıyorum. Mayıs 1960’ta ortaya çıkan ve büyük bir uluslararası krize yol açan bir olaydan söz ediliyor. Amerika’nın ünlü Lockheed firmasına imal ettirdiği ve “Ejderha Kadın” adıyla sevimlileştirilmeye çalışılan bir casus uçağı, Sverdlovsk üzerinde çok yükseklerde uçarken düşürülmüştü. Neruda anlatıyor:

Sovyetler Birliği göklerinde casusluk uçuşuna gönderilen pilot Powers akıl almaz yüksekliklerden düşürüldü. Aşırı inançla fırlatılmış iki mermi onu bulutlar arasından alıp yere indirmişti. Gazeteciler, ateş açılan o ıssız ve dağlık yerlere koştular.

“Oralarda tek başlarına yaşayan iki gençti topçular. Çamların, kar fırtınalarının ve nehirlerin uçsuz bucaksız dünyasında elmalarını yiyor, satranç oynuyor ve nöbet tutuyorlardı. Geniş anayurtlarını savunmak için göklere nişan almışlardı.

“Gazeteciler soru yağmuruna tuttular.

“Neler yiyorsunuz? Ana-babanız kim? Danstan hoşlanır mısınız? Hangi kitapları okuyorsunuz?

“Bu son soruya genç topçulardan biri, en çok sevdiği şairlerin mısralarını okuduğu cevabını verdi: ‘Rus klasiklerinden Puşkin ve Şilili Neruda…

“Bunu öğrenince sonsuz mutlu oldum. Böylesine yükseklere fırlatılan ve onurlandırması böylesine derin o atış, benim ateşli şiirime bir atom katmıştı.

Ayrıca, çok eskiden beri sevdiğim bir şair olan Edip Cansever’le ilgili olarak on gün kadar önce öğrendiğim bir ayrıntı var. Bu yazının yazılmasında onun da bir ölçüde etkili olduğu öne sürülebilir. Kendi oğlunun ağzından dinledim. Meğer, stada gidip maç seyredecek kadar iyi bir futbol seyircisiymiş Cansever. Oğlunun elinden tutup gittikleri Mithatpaşa’da kapalı tribünden sahaya bakılırken sol tarafa düşen kanatta otururlarmış. İstanbul’da yaşamadığım için çok seyrek gerçekleşen gidişlerimde ben de o yanda otururdum. Orada hangi taraftarın oturduğunu ise bilenler bilir; açıkça yazıp kibirli olmakla suçlanmayalım tam da yazıyı bitirmişken…