''Ya ürettikleri zenginliğe el konulup sefalete mahkûm edilenler bu gidişata güçlü bir 'hayır' diyeceklerdir ya da bu devran hiç dönmeyecek, bu bezirgân saltanatı yoluna devam edecektir.''

İhracat fetişizmi + Yüksek enflasyon = Çürüme

Genel olarak sağcılık, özel olarak ise İslamcılık için sahici tek bir dava vardır: İktidarı ele geçirmek ve sonra da iktidarda kalmak davası. Diğer bütün meseleler bu ikisine hizmet ettikleri sürece önem arz ederler; bunun için her şey yapılabilir, her şey söylenebilir, herkesle ittifak kurulabilir, kurulan ittifaklar bozulabilir, dün “doğru” denilene bugün “yanlış”, dün “yanlış” denilene bugün “doğru” denilebilir.

İşte Filistin meselesi önümüzde durmaktadır: Filistin meselesi sol/seküler karakteri nedeniyle geçmişte İslamcılığın gündemine dâhil edilmemiş, Filistin direnişinin İslamileşmesine paralel bir şekilde konuya müdahil olunmuştur. Müdahil olunduğunda ise mesele yine iktidarı ele geçirmek ve elde tutmakla bağlantılı görülmüştür. 7 Ekim saldırısı sonrası yaşananlar bunu bir kez daha kanıtlamıştır. Filistin, İslamcılar için sahici bir mesele değildir, kendi iktidarını tahkim etmenin bir aracıdır. Filistin bu tahkim için işlevsel olduğu sürece bir anlam taşımaktadır. Gerisi ise İsrail’le devam eden ticari ilişkilerdir, gemiler dolusu malzemedir, petrol sevkiyatıdır.

Tüm o hamaset edebiyatına rağmen İsrail’e yönelik ihracatın durdurulmaması bize AKP iktidarının Türkiye’nin düzeni açısından üstlendiği rolü gösterir. Türkiye kapitalizmi 12 Eylül’den beri “ihracat fetişizmi” üzerine kuruludur, Türkiye sermaye sınıfı “her ne pahasına olursa olsun ihracat yapacağız” demektedir. AKP, sermayenin bu fetişizmine ortaktır; Erdoğan sürekli çarklar dönsün, ihracat yapılsın istemekte, ihracat rekorları kırıldıkça bundan büyük bir haz almaktadır ve bundan söz konusu İsrail olduğunda dahi vazgeçilmemiştir. 

Ancak bu fetişizmin Türkiye’ye ödettiği bedel üzerine pek konuşulmamaktadır. “Her ne pahasına olursa olsun ihracat” her şeyden önce ucuz emek maliyetlerine ihtiyaç duyar; işçi olabildiğince az ücret almalıdır ki ihracatçı şirketler uluslararası piyasalarda daha fazla rekabet edebilsin. Ancak bu da yetmez, “her ne pahasına olursa olsun ihracat” düşük değerli TL olmaksızın yoluna devam edemez. Yerli paranın değeri döviz karşısında sürekli erimezse sermaye rekabet gücünü yitirir. Düşük ücretler ve değersiz TL ise süreklileşmiş bir yoksulluk anlamına gelir, yoksulluğun süreklileşmesi ihracat fetişizminin doğal sonucudur. 

Peki yoksulluk nasıl yönetilecektir? Burada devreye emeğin örgütsüzleştirilmesi, emek hareketinin pasifize edilmesi girer. AKP, Türkiye’de emek hareketini ve sendikal mücadeleyi bitirerek sermaye düzenine yapılabilecek en büyük iyiliği yapmış, emek için bir cehennem, sermaye için ise dikensiz gül bahçesi anlamına gelen bir çalışma rejimi yaratmıştır. İşte asgari ücret tartışmasının tam olarak bunun üzerinden yapılması gerekir: ihracat fetişizmi üzerine kurulu ekonomi politikaları hem asgari ücreti açlık sınırına yerleştirmiş hem de asgari ücretle ya da ona yakın bir gelirle çalışmayı toplumun geniş kesimleri için bir norm haline, bir kural haline getirmiştir. 

İnsanlar içlerinde yaşadıkları süreçlere ve kullandıkları kavramlara zamanla yabancılaşırlar. Asgari ücret de böyledir ve sürekli tekrarlana tekrarlana adeta bir anlam ifade etmez hale gelmiştir. Oysa milyonların kaç lira olacağını sabırsızlıkla beklediği bu ücret, “çalışanlara ödenebilecek en az ücret” anlamına gelir ve tam da sorgulanması gereken şey, kârların azamiliği üzerine hiçbir tartışma yapılmazken, milyonların asgari, yani “ödenebilecek en az ücret”le çalışmaya neden mecbur bırakıldığıdır. “Neden en az ücretle çalışmak zorundayız?” Sorulması gereken asıl soru budur. 

Türkiye’de bugün çalışanların dörtte üçüne yakını asgari ya da ona yakınsayan bir ücretle çalışmakta ve geçinmeye çalışmaktadır. Ancak bu durum siyasetin asli gündemi olmamakta, muhalefet bunun üzerine kurulu bir strateji izlememekte, sokakta yaprak kıpırdamamakta, toplumun bunun üzerinden politikleşmesi gibi bir durum ortaya çıkmamaktadır. Üstelik kemer sıkma politikalarından kaynaklı olarak bu yıl asgari ücrete bir kere zam yapılması kararı alınmıştır. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır: enflasyonun bu kadar yüksek olduğu bir konjonktürde, zaten açlık sınırında olan bu ücretler birkaç ay içerisinde eriyip gidecek ve yoksulluk daha da kitleselleşip derinleşecektir.  

İhracat fetişizmi, yüksek enflasyonla birleştiğinde sadece yoksullaştırıcı değil çürütücü bir etki de yapmaktadır. Enflasyon, düzenli olarak ve çok hızlı bir şekilde toplumu yoksullaştırmakta, onu geçinebilmek için farklı yollara başvurmaya mecbur etmekte, o yollar ise çürümeyi derinleştirmekte, çürümenin tüm topluma sirayetini sağlamaktadır. 

Türkiye toplumunun “finansal içerilmesi” yaşanan derin yoksullukla birlikte tamamlanmış, milyonlarca kişi tüketici kredisine, kredi kartına, nakit avansa, borcun yeni borçla çevrilmesine mahkûm edilmiştir, ortaya çıkan şey ise bir “borç köleliği”dir ve köleler nadiren zincirlerinden kurtulmayı akıl ederler. Aynı şekilde coin paralardan borsaya oradan sanal ya da gerçek bahis oynamaya uzanan bir “köşe dönmecilik” de hem esaretin hem de çürümenin başka bir biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Asgari ücretle ve enflasyonla yaşamaya mahkûm edilmiş, örgütsüz, atomize ve yaşadıklarına yabancılaşmış bir toplumun her tarafından çürümesi ise kaçınılmazdır. Çürüme manzaraları artık her yerdedir ve her tarafı sarmıştır. 

Somali cumhurbaşkanın oğlunun işlediği cinayetin en alttan, yani trafik polislerinden en tepeye uzanacak bir şekilde örtbas edilmek istenmesi, çok tipik bir çürüme manzarasıdır ve bu manzarayı hükmü geçmeyen Anayasa Mahkemesi kararlarından, yargıdaki rüşvet iddialarından, tarikat ve cemaatler arasındaki güç savaşından oluşan tablonun içerisine yerleştirmek gerekmektedir. Ama bu da yetmez, bakılması gereken bir de yeni-Osmanlıcı emperyal fanteziler vardır. Somali cumhurbaşkanının oğlunun cebindeki diplomatik pasaportla gezip tozarken ekmeği için çalışıp didinen bir yurttaşı öldürdükten sonra elini kolunu sallayarak ülkeden çıkabilmesinin zeminini Afrika’yı Osmanlıcı ve İslamcı bir söylem ve pratikle kolonize edebilmeye dair hayaller oluşturmaktadır.

Bu çürüme manzaralarına başta bir lümpenlik sirki olarak işleyen futbolda yaşanan gelişmeler olmak üzere sayısız şey eklenebilir: Tefeci faizinin şehvetine kapılıp milyonlarca dolar kaptıran futbolcular, o futbolcuların peşinden gittiği kişinin “derin” bağlantıları, bir kulüp başkanının sahanın ortasında hakem yumruklaması, o kişinin siyasi geçmişi, sosyal medya şöhretlerinin akladığı kara paralar, bunların bahis şirketleriyle bağlantıları, tüm bunların ötesinde insan, para ve uyuşturucu kaçakçılığının, çeteleşme, mafyalaşma ve dolandırıcılığın rutin hale gelmesi… Ortada Hieronymus Bosch’un cehennemi tasvir eden tablolarını andıran bir tablo vardır ve bunu böyle söylemek hiç de olan biteni abartmak anlamına gelmeyecektir.

Bugün Türkiye’de milyonlar en az ücretle çalışmaya ve enflasyona mahkûm, finansal araçlara köle, kısa yoldan köşe dönmeye bağımlı hale getirilmiş durumdadırlar; küçük bir azınlık ise Kırk Haramiler misali legal ve illegal yollardan milyonları soymakta, akla hayale gelmeyecek bir zenginlik biriktirmektedir. Türkiye’nin en zengin 100 ailesinin servetinin toplamı, milyonlarca kişinin sahip olduğundan daha fazlasına tekabül etmektedir. Zenginler kazandıkları milyonların vergisini vermezken, en az ücretle geçinmek zorunda kalanlar vergi yükünü de sırtlarında taşımaktadırlar. Zenginle yoksul arasındaki uçurumun böylesine büyüdüğü bir tarihsel kesite rastlanmamıştır. 

Türkiye bugün hızla yoksullaşmakta ve çürümekte, bunun muhatap ve mağdurları ise olan biteni sessiz bir şekilde izlemekte, çürümenin bir parçası haline gelmektedirler. Tam da bu nedenle esas meselemiz sessizleştirilen yığınların nasıl konuşur hale gelecekleridir. “Yeter söz milletindir” diyerek iktidar olanların susturduğu kitlelerin yeniden konuşmaya başlaması, yani siyasete dâhil olmaları bu gidişatı değiştirmek için olmazsa olmaz bir zorunluktur, siyasi mücadele de bu suskunluğu kırma mücadelesidir. Ya ürettikleri zenginliğe el konulup sefalete mahkûm edilenler bu gidişata güçlü bir “hayır” diyeceklerdir ya da bu devran hiç dönmeyecek, bu bezirgân saltanatı yoluna devam edecektir.