'Wallerstein çok yerinde tespit etmiş, sosyo-ekonomik yapısıyla, siyasi çerçevesiyle ve gündelik hayatıyla kapitalizm apaçık çok saçma bir sistemdir. Saçmalık heryerinden akmaktadır. Bu nedenle sitemin bekası için çırpınanlar, insanlık için alternatif arayanları küçümseyenler ve ondan nemalananlar mizahtan, kahkahadan pek hazzetmezler. Bu dünyanın sağcıları en çok mizahtan korkarlar. Sahi insan neden güler, neden dalga geçer, neden mizah üretir?'

Gülmenin Kelebek Etkisi: Komedya Savunusu

Tragedya üst düzeyde edebi bir kurgu olarak görüldüğü için her zaman yerlere göklere sığdırılamazken komedya sürekli aşağılanmıştır. Tragedya hep kalibre ve kalifiye olarak kabul edilirken komedya düşüklük, eğretilik ve sıradanlıkla suçlanagelmiştir. Gülmek ve mizah sürekli muktedirleri, otoriteyi, faşistleri rahatsız etmiş ve yasaklanmıştır. Umberto Eco’nun müthiş eseri Gülün Adı’nda manastırda gülmek yasaktır çünkü tanrıyla alay etmek anlamına gelmektedir. Tragedya ise uyumlu ve çilekeştir, kadercidir. Tragedya aslında çizilmiş bir kadere karşı mücadele eden ancak en sonunda hep kaybeden kahramanın hikayesidir. Kaybetmekten bıkmadık mı? Tragedyanın ehli ve üstadı Homeros’unkilere ve diğer büyük Yunan tragedyalarına bakın; Hektor Aşil tarafından öldürülür, Aşil topuğuna yediği ok ile göçer gider bu dünyadan. Truva düşer, Odisseus bitmeyecek gibi görünen hüzünlü bir yolculuğa çıkar. Jason ve Argonotlar altın post peşinde telef olurlar. Herkül bin bir belanın üstesinden gelir ama belaların arkası kesilmez ki; sonunda yarı tanrı Herkül, sırtında dünyayı taşıyan Herkül bile yıkılır kalır üstüste gelen belaların altında. Hepsi şımarık Olimposlu tanrıların oyuncağıdır, onlar bir kader çizmiştir ve bu kaderden çıkış yoktur. Oyuncak gibi oynarlar kahramanlarla; taa ki çizilmiş kader onları alt edene kadar. Tragedya bu anlamda kaderci ve gericidir. Üstelik bir o kadar da saçmadır aslında ve saçma olduğu için de tutarsızlık ve aykırılıklar içindeki bir kaderdir. İşte bu nedenle düzeltilemez, sadece ve sadece reddedilebilir, yok edilebilir. Ancak onu reddetme işi önce saçmalıkları ve aykırılıkları görerek, onlarla dalga geçerek başlar; kahkahayla, gülmeyle ve mizahla başlar devrim. Saçmalığın tespiti önemlidir.

Tarihsel kapitalizm daha ilk bakışta, bazı savunucularının öne sürdüğü gibi ‘doğal’ bir sistem olmak şöyle dursun, açıkça saçma bir sistemdir. Daha fazla sermaye üretmek için sermaye üretilmektedir. Kapitalistler ayak değirmeninde daha da hızlı koşmak için gitgide daha hızlı koşan beyaz fareye benziyor. Bu süreç içinde bazı insanlar iyi yaşıyor, ama diğerleri yoksul yaşıyor. ”1

Wallerstein çok yerinde tespit etmiş, sosyo-ekonomik yapısıyla, siyasi çerçevesiyle ve gündelik hayatıyla kapitalizm apaçık çok saçma bir sistemdir. Saçmalık heryerinden akmaktadır. Bu nedenle sitemin bekası için çırpınanlar, insanlık için alternatif arayanları küçümseyenler ve ondan nemalananlar mizahtan, kahkahadan pek hazzetmezler. Bu dünyanın sağcıları en çok mizahtan korkarlar. Sahi insan neden güler, neden dalga geçer, neden mizah üretir?

Şu aralar bu mevzu hakkında detaylı bir tartışma yürüten Terry Eagleton’un Mizah isimli eserini okuyorum, tavsiye ederim.2 Mizahın kökeniyle ilgili kabaca iki kuram var. Birincisini Eagleton “üstünlükler kuramı” olarak adlandırıyor. Buna göre gülen güldüğü kimseye karşı gizil bir üstünlük duygusuna sahiptir, kral ve soytarısı arasındaki ilişkidir bu. Bu anlamda empati eksikliğine de işaret eder, ya da “Allahtan onun yerinde değilim” hissidir gülmeyi ve kahkahayı yaratan. Bu nedenle gülme, kahkaha ve mizah hem ayıptır hem de aşağılıktır. Eagleton bu fikre yakın olanların bir listesini vermektedir. Örneğin deruni bir filozof olmasına rağmen siyasal anlamda ultra-gerici olan Platon bu cephededir. Keza bir dedikodu ve vesvese dolayısıyla İngiltere devrimci dönüşüm yaşarken ülkesinden kaçan ve yıllarca dönmeyen korkak Hobbes da buradadır. Çok okursanız sizi intihara sürükleyecek kadar karamsar, karanlık, umutsuz ve gerici Arthur Schopenhauer ve onu çok takdir eden, hala neden bu kadar önemli olduğunu anlamadığım, ilerlemeye, kadına, akla, insana, çalışan sınıflara ve hatta kendi bedenine düşman Nietzsche de bu cephededir. Bu isimler komedyada bir düşüklük görürler. Diğer kurama, “aykırılıklar kuramı”na göre ise gülme ve mizah tutarlı ve rasyonel gibi görünen içindeki tutarsızlıklara ve aykırılıklara verilen akılcı ve anlık tepkidir. Kahkaha, gülme ve mizah var ise isyanın ilk ateşi yanmış demektir. Eagleton burada sözü Sovyet edebiyat kuramcısı Mikhail Bakhtin’e bırakır: “Kahkaha, aksine, korkunun üstesinden gelir, çünkü hiçbir engelleme, sınırlama bilmez. Onun şivesi asla şiddet ve otorite tarafından kullanılamaz.” Kahkaha korkuyu alteder, mizah direnişin ilk adımdır.

Bir dostumdan dinlemiştim, 1990’larda genç bir solcu üniversiteli 1 Mayıs eyleminde bir grup arkadaşıyla birlikte gözaltına alınır. Sorgu odasında sivil polisler hem sıkı bir şekilde sorgularlar hem de bayağı hırpalarlar. Sonra yorulunca onu odada bir meslektaşlarıyla baş başa bırakıp ayrılırlar. Genç arkadaşımız korku içinde beklemektedir. Sivil polis karşısına oturur ve “Yiğidim şimdi seninle ulusal sorun hakkında siyasal kuramsal bir tartışma yapalım” der. “Avusturyalı Marksistler ulusu kültürel düzeyde tanımlarken Sovyet Marksistleri ekonomik bir tanımlama getirirler. Sence hangisi doğru?” diye sorar. Soran sivil polistir, üstelik sosyalist külliyata henüz alışmakta olan genç arkadaşımıza Marksist yazındaki en karmaşık sorunu sormaktadır, ve genç yoldaşımızın bilmediklerini bilmektedir. Bizimkisi apışıp kalır. Bunun üstüne sivil polis “Ulan eskiden buraya zıpkın gibi, yürüyen kütüphane gibi solcular gelirdi, şimdi gelenler hep cahil cühela” diye eleştirir bizimkisini. Genç arkadaşımızda korku bir anda yok olur, artık kendisini tutamaz, kahkahaları koyverir. Çünkü durum çok gariptir, saçmadır ve aykırıdır. Mesleki deformasyon muydu ki? Ama kahkaha korkuyu yok etmişti işte.

Kahkaha, gülme ve mizah tragedyayı, trajediyi ilmek ilmek söker, elbette acı kalır ancak artık değiştirilemeyecek bir kaderin dayatması değildir, böyle bir kader de yoktur. Çünkü var olan saçma sapandır, tutarsızdır ve her tutarsızlık gibi yok olup gitmeye mahkumdur. Bu nedenle kahkahayı, gülmeyi ve mizahı kaybettiğimizde isyanın habercisini kaybetmiş oluruz. Geriye kader mahkumu, acı çeken, acısı dinmeyen asık suratlı kalır. Türkiye’de 12 Eylül faşizmi, dünyada da 1980’lerde solun yaşadığı travmalar bir garip solcu kuşağı bıraktı geride. Asık suratlı, gülmeyen, gülmeyi bilmeyen, mizah damarları tıkanmış ve sanki yeryüzündeki tüm acıyı sırtlamış gibi duran bir sol çıktı ortaya. İnsanlığın kurtuluşu için acı çekmeye razı olan İsa gibi hareket eden, acıyı ve ölümü mutlaklaştıran, acıdan arabesk bir tragedya çıkaran bir tür sol sökün eyledi. İşkence artık sadece polis sorguhanelerinde değil yaşamın her alanında sürüyordu. Bedensel ve moral acılarımızdan gelecek güzel toplumu anlatmayı unuttuk. Oysa içinde yaşadığımız cehennem tüm acıya rağmen saçma sapandı, aykırı ve akıl dışıydı. Ve oldukça komikti.

Yanlış anlaşılmasın bir ya da bir kaç kuşağın çektiği acı ve sıkıntıyı küçümsüyor değilim, tam tersine onlar yoksul emekçi halk için çektiler onca acıyı, saygıyla eğiliyorum önlerinde. Kaçınılması gereken acının mutlak ve kaçınılmaz kader olduğu algısının nesiller boyunca aktarılmasıdır. Bu aynı zamanda bir tuzaktır, hem de sistemin suyunun başını tutmuş olanların gizli ve sinsi bir tuzağıdır. Acının kaçınılmazlığı; Olimposlu şımarık tanrıların, diğer tanrıların, köle sahiplerinin, aristokratların ve burjuvaların kulağımıza sürekli fısıldadığı da budur değil mi? Yıllar önce Aydın Doğan medyasından bir yazar Türkiye’de mutlu olmak için ne olmamak gerektiği hakkında bir yazı yazmıştı. Sıralaması şöyleydi: Solcu olmayacaksın (ilk sıraya koymuştu), memur olmayacaksın, bir de Fenerli olmayacaksın (o zamanlar pek kötü idi Fenerbahçe). Bu satırların yazarı üçünden de sınıfta kalıyordu, biraz ürkmüştü. Ama sermayenin kalemşörlerinin bakış açısını yansıtıyordu. Solculuğun, sosyalistliğin acı ve tragedya ile özdeşleşmesinden gizli bir keyif alıyorlardı.

Oysa sistemin saçma sapanlığı ve tutarsızlığı çok açıktı, bundan sıkıntı çekerken bile gülmeye iterdi. Acıyla dalga geçilmez ama yine de acının mutlaklaştırılmasını engelleyen, onu kalıcı olmaktan çıkaran da mizahtır. Çok güzel bir kitaptır Hasan Uysal’ın Gizli Örgüt Nasıl Kurulur’u. Yeni baskıları var; internet kitap satış sitelerinde gördüm. 12 Eylül Faşizminin en karanlık günleri, yer Yozgat’ın Çayıralan ilçesi. Yozgat ve diğer ilçelerinde solcu devrimci örgütleri çökerten polisler ilgilerini Çayıralan ilçesine yoğunlaştırırlar. Çünkü bir tek oradan bir şey çıkarmamışlardı. Ancak gerçekten yok ise bile devlet, millet ve vatan düşmanı bir örgüt itinayla kurulmalıydı, kurulmalıydı ki çökertilebilsin. 12 Eylül Faşizminin mahir olduğu bir alandı, örgüt yok ise yaratılır ve pek çok ilerici gerçekte olmayan örgüte dahil edilerek derdest edilirdi. Neyse uygun fırsatı hemen buldular, bir düğünde ateşlenen ruhsatsız bir av tüfeği, hemen peşine düştüler. Eski püskü bir tüfekten kocaman bir örgüt çıkaracaklardı. Önce tüfeğin sahibini aldılar içeri, sonra tüfeğin aslında failin dedesine ait olduğu ortaya çıkınca onu da aldılar. Yaşlı dede İstiklal Savaşı gazisiydi ve İstiklal Madalyası vardı. Ama takmadılar, böyle hassasiyetleri yoktu. İçeri her alınan müthiş bir işkenceye tabi tutuldu, işkence gören de sırf işkence bitsin diye olur olmaz isimler verdi. İçeride olanların sayısı giderek arttı. Aslında içeride olanlar neden içeride olduklarını bile bilmiyorlardı. Önce olmayan örgütün olmayan ideolojik hattını öğrenmeye çalıştılar. Fakat içeride işkence gören kurbanların hiç birinin “Sovyet Sosyal Emperyalizminden”, “Maocu Lafazanlıktan” ve Enver Hocacılıktan haberi yoktu. Velhasıl kelam olmayan örgütün olmayan ideolojik hattı konusunda bir arpa boyu yol alamadılar. Ancak bir örgüt vardı, olmalıydı. Örgüt var ise organizasyonu olmalıydı. Kırsalda sorumlu kimdi? Ankara ve İstanbul hücrelerinde kimler vardı? Bu soruları peşpeşe acı çeken kurbanlara sordular ancak cevap alamadılar tabi ki. Sonunda içlerinden birisi sırf işkence bitsin diye aklına gelen isimleri saymaya başladı, dönemin ünlü şarkıcılarını, türkücülerini saydı ve hatta dönemin anlı şanlı ordu komutanlarından birinin adını bile verdi. Polisler şaşırıp itiraz edecek olduklarında da “O da bize çalışıyor” dedi. Polisler zavallının ağzından çıkan herşeyi soruşturma dosyasına koyup Ankara’ya, merkeze yolladılar. Rapor Ankara’ya varınca, bu defa Ankara’dan bir ekip can havliyle Çayıralan’a geldi, çünkü soruşturma dosyası saçma sapandı ve o haliyle savcıya verilseydi halleri nicolurdu? Önce soruşturmayı yöneten ekibi bir temiz haşladılar. Sonra soruşturmayı devraldılar. Sorgulama yeniden başladı. Ancak çıkmıyordu, bir şey çıkmıyordu, çünkü yoktu bir şey. Sonunda elindekilerle yetinmeye karar verdiler ve tüm gözaltındakileri hapse atıp dosyayı mahkemeye yolladılar. Dava yıllarca sürdü, içeridekiler peyderpey salındılar. Yıllar sonra dava düştüğünde içeride son kalanlar da tahliye edildi. Kapitalist devletimiz bir pardonu çok gördü kurbanlara. Acıydı ve trajikti, doğru. Ancak bir o kadar da tutarsız, aykırı ve saçma idi. Ve bir o kadar da komik.

Komedya ve mizah tutarsızlıkların, aykırılıkların ve akıl dışı olanların köktenci eleştirisidir. Tragedyanın ağlaklığının, boğuculuğunun aksine umut ve ferahlık sağlarlar. Ben çocuklara çok bakarım, pek çok şeyi, hayatın detayları arasında yitip giden pek çok şeyi onlarda gözlemlerim. En küçük tutarsızlıklara, aykırılıklara ve akıl dışılıklara çocuk kadar gülen var mıdır? Gülerler; çünkü çocuklar devrimcidir, devrimciler ise çocuk.

Not: Yaklaşık iki haftadır salgın sırasında alınan ekonomik önlemler ve Corona sonra dünya ekonomisi ile ilgili bir şeyler yazayım diyorum ama birkaç nedenden yapamıyorum. En önemlisi de üstatlar benden çok daha iyi anlatmış durumdalar. Sol Portal’da Korkut ve Oğuz Hocalar, ve sevgili hocalarım ve dostlarım Ahmet Haşim Köse, Hayri Kozanoğlu, Erinç Yeldan, Ergin Yıldızoğlu, Ali Rıza Güngen, Ümit Akçay ve Mustafa Sönmez bu konuda yetkin yazılar yazdılar.

  • 1. Immanuel Wallerstein (1996) Tarihsel Kapitalizm (çev. N. Alpay), Metis.
  • 2. Terry Eagleton (2018) Mizah (çev. M. Pekdemir), Ayrıntı.