"Hissedilen servet ve mülk sahibi toplumlara has hastalıklı bir sahip olma duygusu değildi, olma, var olma duygusuydu. Mark varoluşunu tamamlayacak gitarı pek istiyordu herhalde."

Portreler VI: Mark Knopfler – Elektro Gitarın Şairi IV

Kingsley dayıdan Blues ilhamı alan Mark için müzik bir hobi olmanın ötesine geçiyordu, varoluşunun temeli haline gelecekti. Ailenin ekonomik durumu, tıpkı İngiltere’nin ekonomik durumu gibi giderek inkişaf göstermesine rağmen, hala çok iyi değildi anlaşılan. Mark müzik ateşinin de etkisiyle bir elektrogitar istiyordu. Ancak elektrogitar henüz, o vakitler, lüks bir tüketim malıydı, hem de Rock ve Blues ateşi yanmaya başlamışken bile. Seri üretim ve çok fazla firma söz konusu bile değildi. Dahası Rock ve Blues’un tarihlerinden gelen bir etki zaten talep edilen markaların sayısının da çok fazla olmamasına yol açıyordu. Rock tarihinde büyük gitaristler kendi gitarlarıyla tanınıyorlardı, o gitarlar sanki büyük maestroların bir uzvuymuş gibi algılanırlardı. Büyük gitaristlerin hangi gitarı, hangi markayı ve hatta hangi yılda üretilmiş olanı çaldığı herkesçe biliniyordu. İdolize edilecek olan sadece gitarist değil, çaldığı gitardı aynı zamanda. İşte bu kapitalizmin kültür endüstrisi açısından yeni bir şeydi. Müziğin elektronik altyapısı geliştikçe bir tür tekno fetişizm, ilkel çağlara has ilahlaştırmayla birlikte el ele, kol kola yürüyecekti. Abartılı bir tekno modernite ile ritüelistik bir doğalcılık; bu ikisi Rock kültürünün ayrılmaz ikilisi olacaktı. Kendisi modern teknolojinin ürünü olan elektrogitar, ilkel çağlardan gelen bir sesle fetişleştirilecek ve genç ergen dimağlar açısından arzu nesnesine dönüşecekti. Şövalye çırağının bir kılıca ve bir zırha sahip olduğunda kendisini gerçek bir şövalye gibi hissetmesine benzer bir şekilde genç gitarist istediği elektrogitara kavuştuğunda kendisini gerçek bir maestro gibi hissediyordu herhalde. Ancak sonuçta hissedilen servet ve mülk sahibi toplumlara has hastalıklı bir sahip olma duygusu değildi, olma, var olma duygusuydu. Mark varoluşunu tamamlayacak gitarı pek istiyordu herhalde. 

Nitekim sonunda babası ona bir gitar aldı, ancak istediği pahalı Fender Stratocaster yerine ucuz başka bir gitar aldı; 50 pound bile çok paraydı o vakitler. Mark’ın o zamanlar çok istediği Fender Stratocaster çok gözde bir gitardı, usta işiydi. Yıllar sonra o ünlü olduğunda firma ona özel bir Fender Stratocaster üretecekti, ama ergen Mark’ı kimse tanımıyordu tabi ki. O gitarı çok istemesinin bir diğer nedeni de o vakit ilahı olan ve kendisi gibi Newcastle’da yaşayan Hank Marvin’in aynı gitarı kullanmasıydı. Hank Marvin İngiltere’ye Rock ve Blues’u ithal eden, taşıyan bir öncüydü. Ancak o vakitler icra ettiği müzik henüz tam olarak bir Britiş, İngiliz tarzı değildi çünkü o tarz henüz ortaya çıkmamıştı. Ona zaman vardı, onun ortaya çıkması için Beatles ve Rolling Stones’un müdahalelerini beklemek gerekecekti. 

Peki ama o yıllarda İngiltere nasıl bir yerdi? Mark bir şey söylemiyor ancak yıllar sonra onunla ve diğerleriyle birleşerek Dire Straits’i vücuda getirecek olan basçı John Illsley yazdığı My Life in Dire Straits adlı kitabında aslında kabaca bir manzara çiziyor. O da tıpkı Mark gibi önemli bir sanayi kentinin banliyösünde, Leicester’in kenarında Market Harborough’da büyümüş. Britiş Hard Rock işte aslında tam da Illsey’in doğum yerini de kapsayan ve Londra’yı güney sınırı olarak kabul edebileceğiniz ve İskoçya sınırına kadar uzatabileceğimiz dikdörtgene benzer bir alanda doğdu, mayalandı ve patladı. Bu bölge İngiliz Sanayi Devrimi’nin beşiğiydi aslında. Ancak hem Mark ve Illsey, hem de diğer büyük Hard Rockçılar ergenliğe girdiklerinde İngiliz Sanayi Devrimi’nin görkemli mirası çürüme sürecine girmişti. Şimdi Mark ve Illsey’den ayrılarak biraz istatistik verelim. 

Çürümenin boyutları ne kadar büyüktü? 1900 yılında tüm dünyada imalat sanayinin çıktısının %19’u İngiltere’de, çoğunlukla da Mark’ın ve Illsey’in yaşadıkları dikdörtgende üretiliyordu. Oysa Mark ve Illsey’in gençlik çağlarında, 1973’te İngiltere’nin payı %5’e düşmüştü. Aynı dönemde İngiltere’nin imalat sanayi ihracatı içindeki payı da %35’den %9,4’e inmişti.1 Evet, İngiltere Keynesyen bir refah düşünü hayata geçiriyordu ama serbest düşüşteydi. Tüm bu göstergelerde beşinci veya altıncı sıraya gerilemişti, emek verimliliği bazında ise ABD’nin, Japonya’nın, F. Almanya’nın, Fransa’nın ve hatta miniskül Benelüx ülkelerinin bile gerisindeydi. 

Kapanan fabrikalar, düşen istihdam, çürüyen kentsel mekanlar ve göreli olarak yoksullaşan İngiliz İşçi sınıfı; bunun yarattığı öfkeyi ve hayal kırıklığını varın siz hayal edin. Manchester, Liverpool, Birmingham, Leeds, Leicester giderek hayalet kentlere dönüşüyorlardı; ABD’de otomotiv devriminin güzide mekanı Detroit’in de başına 1980lerde gelecek olan şeyi bu tarihsel başarı mekanları daha 1950lerde yaşamaya başlamışlardı. Kapitalizmde sermaye birikimi zamanın ve mekanın sabitlemesine değil, zamansal ve mekânsal dönüşüme dayalıydı. Bu sermaye için iyiydi ama fani insanla için bir lanet idi açıkçası. Sermaye mekanı ve zamanı değiştirirken insanları pek de düşünmez. Terkedilmiş mekanlar ve boşaltılmış zamanlar sermayenin dışkılarıdır. Mark, Illsey ve diğerleri bunu yaşayarak öğreniyorlardı. 

Illsey’e geri dönelim. Market Harborough Leicester’e çok yakın bir kasabaydı. Leicester sanayi deviminin güzidelerinden biriydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında nüfusu üçe katlanmıştı. Fabrikalar yerden çiçekler gibi bitmişti teklifsiz bir şekilde. Küçük kasaba devasa bir kent olmuştu ve çevresinde uydu küçük kentler ve kasabalar türemişti. Market Harborough öyle bir yerdi işte, çiçeğin çevresinde dönen bir arı gibiydi. Ama I. Dünya Savaş’ından sonra her şey tersine döndü, uzun sancılı ve tedrici iniş başladı. Örnek olsun 1961’de Leicester’ın nüfusu 273 bindi, 2001’de ise 279 bin. Durgunluk ve çürüme; ancak bu Leicester’ın suçu değildi; sermaye alacağını almış, posasını çıkarmış ve sonra terk etmişti. Illsey, o vakitlerde yani 1950ler ve 60larda yaklaşık 30 km uzaktaki Leicester’a gitmenin büyük bir gezi, yaklaşık 100 km uzaktaki Birmingham’a gitmenin eski tür bir macera, 160 km uzaktaki Londra’ya gitmenin ise haftalarca anlatılacak epik bir hikaye olduğunu belirtmektedir.2 Endüstri devrimini yaşayan bölgenin hal-i pür meali böyleydi işte. Anlaşılan o ki bir sıkışmışlık ve izolasyon hakimdi. 

Giderek iş olanaklarının azaldığı bu bölgede, gelirler de paralel olarak eriyordu. Keynesyen refah devleti bir yere kadar dengeleyebiliyordu erimeyi, ancak yaşayanlar bu erimenin bilincindeydiler. Mark da bilincinde olacak ki daha 13 yaşında Cumartesileri çalışmak için Newcastle Evening Chronicle gazetesinde işe girdi. 13 yaşında emekçi olmuştu. Ücreti 6 şilin 6 pence idi. Yaptığı iş oldukça sıradandı. Ancak bu çalışma deneyiminde hiç unutmayacağı bir deneyim yaşadı;  bir tür unutulmuşluk içinde yaşayan şair Basil Bunting de orada çalışıyordu.

Basil Bunting İngiliz edebiyatı tarihçilerine göre İngiliz modernizminin en önemli isimlerinden biri idi (gerçi Türkiye’de çok tanınmıyor ama). Bunting tam bir şaire yaraşır bir yaşam yaşadı. Quaker bir aileye doğdu ve ailenin muhafazakarlığının baskısı altında geçirdi çocukluğunu. Quaker pasifizmi nedeniyle I. Dünya Savaşı’na karşı çıktı ve tutuklandı. Savaş aleyhtarlığından hapis yattı. London School of Econmics’de eğitime başladı anacak şiir aşkı eğitimi tamamlamasına izin vermedi. Okulu bıraktı, Fransa’ya gitti. Ezra Pound’un ve Louis Zukofsky’nin yakın arkadaşı oldu. Hem şiir yazdı hem de edebiyat ve müzik eleştirisi yaptı. Doğu, özellikle de İran edebiyatına ilgi duydu. Birincisine gitmediği dünya savaşlarından ikincisine koşarak gitti ve bir tesadüf mü bilinmez ama II. Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbaratı için İran’da çalıştı. Ancak 1948 yılında 18 yaşını henüz tamamlamamış İranlı Kürt bir kadınla evlenince istihbarat camiasından atıldı ve unutulmuşluğa itildi. 1952’ye kadar Tahran’da yaşamaya devam etti. 1952’de bir karşı-devrimle ve İngiliz ve Amerikan emperyalizmlerinin aktif müdahalesiyle bastırılacak olan Musaddık devrimi başladığında ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Malum Musaddık İran petrollerini ulusallaştırdı ve ülkede bir anti-emperyalist hezeyan patladı. Bunting’in bir istihbarat çalışanı olduğu biliniyordu. Bir akşam evine döndüğünde evinin Musaddık yanlıları tarafından sarıldığını gördü Bunting. “Bunting’e ölüm” diye bağırıyorlardı. Ama Bunting’i tanımıyorlardı. Bunting de onlara katıldı ve o da “Bunting’e ölüm” diye bağırdı. Hayatını kurtarmış oldu böylece.  

Bu unutulmuşluk içinde türlü türlü işte çalıştı. Mark Knopfler onu tanıdığında Evening Chronicle da editöryel sıkıcı bir iş yapıyordu, Mark’ın hatıralarına göre de çok mutlu değildi. Ömrü yoksullukla geçti, kaderi sanki İngiltere’nin çalışan sınıflarının kaderiydi. Değeri sonra anlaşılacak sanatçıların ortak kaderine katlandı, unutulmuşluk ve fukaralık içinde öldü. Basil Bunting, Mark Knopfler’ı pek etkiledi. Etkilemiş olacak ki yıllar sonra Mark Knopfler Basil isimli bir parça yazdı. Parçanın sözlerine göre sürekli olarak mavi süveter giyen Basil Bunting işyerinde sessiz ve mutsuzdu. 

1960’lar boyunca Mark Knopfler çeşitli küçük gruplarda çalarak gitar tekniğini geliştirdi. Okullu değildi, alaylıydı. Ondaki bu özellik İngiliz Hard Rock devriminin tüm büyük icracıları için de genellikle geçerli olacaktı. Bu nedenle imitasyonla öğreniyordu. O dönemin gitar idollerini taklit ediyordu henüz. İngiltere bahsedildiği gibi Amerikan Blues’unun ve Amerika’da doğan Rock’ın yörüngesine girmişti. Amerikan Blues sanatçıları ABD’den daha çok kabul görüyorlardı İngiltere’de. Pek çok büyük Blues üstadı bu sıralarda İngiltere’ye konser vermeye geldiler ve yeni yetme Bluescu ve Rockçıları pek etkilediler. Bu da ilginç bir durumdu, bu siyahi virtüözler kendi ülkelerindeki beyaz sanatçıları çok dolaylı yollardan etkilemişlerdi ve onlarla ilişkileri her zaman soğuk olmuştu. Gizil ırkçılığın bir sonucu olsa gerekti, Amerikalı müzisyenler müziklerinden etkilenseler de siyah ustalarla yan yan gelmekten imtina ediyorlardı. Oysa İngiltere’de ırkçılık bu kadar derin değildi, bu nedenle İngiltere’de etki daha derin ve daha hissedilir oldu. Büyük Blues üstatlarından etkilenen ve İngiltere’de Blues ile Rock arasındaki geçişi sağlayarak Britiş Rock’ın yerleşmesine yol açan isimler, Cream, John Mayall & The Bluesbreakers ve pek tabi ki Yardbirds Britanya’da hem özgün bir müzik damarı açtılar hem Britiş Hard Rock için elverişli altyapıyı kurdular. Özellikle Yardbirds bir fenomendi, önemli bir geçişti. İngiliz Rock’ının üç büyük gitaristi; Eric Clapton, Jeff Beck ve Jimmy Page, Yarbirds’ün rahle-i tedrisatından geçtiler. Britiş Rock kendi devrimine gidiyordu. Ve kendine has İngiliz Blues soundu, ki Mark’ı ilk elden cezbeden de bu idi, İngiliz Hard Rock müziğini sulu sepken Amerikan kuzeninden ayıran en temel girdi olacaktı. 

Ancak pek tabi ki Britiş Rock için esas kopuş The Beatles idi. 1959’da İngiliz İşçi sınıfının en muhkem mekanında, Liverpool’da kuruldu. John Lennon, Paul McCartney, George Harrison ve Ringo Starr zamanın sonuna kadar sürecek bir aura yarattılar. Beatles’ın müzik tarihindeki rolü sanki Hegel’in felsefedeki rolü gibiydi. Kızsanız da sevseniz de, tiksinseniz de yüceltseniz de tüm yollar Beatles’a çıkar, tıpkı tüm yoların felsefede Hegel’e çıkması gibi. 

Doğrusu başlarda sulu ve cıvık, daha çok ergenlere hitap eden Amerikan tarzı prematüre Rocktan faklı değildi yaptıkları müzik. Görünümleri de öyleydi keza; papyonlu, kravatlı kolej kıyafetleriyle Rock yapıyorlardı. Ancak giderek derinleşen ve dönüşen bir müzikal anlayışa sahiptiler. Zaman içinde bu görüntüden sıyrıldılar, İngiliz Rock’ı kendine gelmeye başladı. Eğlencelik, garnitür Rock yerini ağırlıklı daha derinlikli ve müzikal anlamda daha sağlam temellere sahip İngiliz Rockı’na bıraktı. Şarkıların içeriği, müzikal tınısı ve hitap ettikleri kitle zaman içinde değişti. Gerçi hala olağanüstü bir istisna gibi algılanıyorlardı; henüz kimse onların aslında büyük bir müzikal devimin kapsını araladığını bilmiyordu. Bu nedenle şirinlik emsali bir olağanüstülük gibi lanse ediliyorlardı, doğrusu bu görüntüden onlar da sıkılmıştı. Bu imaj belki de bir grup olarak sonlarını getirdi. Bu imaj ve onları bu imaja sıkıştıran müzik endüstrisi hem grupsal hem de bireysel bunalımlarını yarattı. Uyuşturucu, uzlaşmazlıklar, bireysel hayatlarında ağırlaşan depresyonlar grubun sonunu getirdi; ancak söz bir kere söylenmişti. 

Görüntülerinin aksine çok da uyumlu ve şirin değillerdi; tam tersine içine doğdukları kentin ve sınıfın öfkesini yansıtıyorlardı her fırsatta. Bir örnek verelim. 1963 yılında Londra’da verilen bir konsere Kraliçe Elizabeth, kız kardeşi ve Ana Kraliçe de katıldı. Onlarla birlikte kalabalık bir soylu grubu ve yüksek sosyete mensubu da konser salonunda yerlerini aldılar. Beatles konserde sahne alacaklar içinde yedinci sıradaydı. Sahneye çıktılar, üç paça seslendirdiler. Son parçadan önce John Lennon seyircilerden tempo tutmalarını şöyle istedi: “Ucuz koltuklarda oturanlar ellerini çırpabilirler mi lütfen? Geri kalanlar mücevherlerini şıkırdatsalar yeterli olur.”

Devamı haftaya…

Not:

Beatles’dan Don’t Let me Down (buradaki kayıtta seyircinin önünde son kez birlikte çaldılar) https://www.youtube.com/watch?v=NCtzkaL2t_Y

Mark Knopfler, Tracker albümünden Basil… https://www.youtube.com/watch?v=cZS1FrVS44M

Dire Straits, Making Movies albümünden Expresso Love… https://www.youtube.com/watch?v=0_RLLNRWur4

  • 1. Alan Booth, 2001, The British Economy in the Twentieth Century, Macmillan.
  • 2. John Illsey, 2021, My Life in Dire Straits, Diversion Books.