Netice itibariyle, 21 yılın sonunda hala temel meselemiz iktidarın rejim inşa eden/olağanüstü karakterini kabul edip stratejisini bu olağanüstülük üzerine kuran bir siyasetin mevcut olmayışıdır.

Devlet krizi değil 'autogolpe'

Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik anayasası olan 1961 Anayasa’sı 27 Mayıs’ın bir ürünüydü ve özellikle Demokrat Parti döneminden çıkarılan derslerle hazırlanmıştı. Bu derslerin başında ise “ben milli iradeyi temsil ediyorum” diyenlerin ülkeyi keyfi bir şekilde yönetmesini engellemek vardı. Bunun için başta üniversite ve TRT olmak üzere kimi kurumlara özerklik verildi, TBMM’nin yanına bir Senato Meclisi açıldı ve en önemlisi, keyfi kanun yapımını engellemek adına Anayasa Mahkemesi kuruldu. 

61 Anayasası sağladığı siyasi hak ve özgürlüklerle ve sosyal devletçi karakteriyle kısa süre içerisinde hem Türkiye yönetici sınıfı hem de sermaye açısından ağır bir yük haline geldi. Çünkü 60’lar Türkiye’sinde sahici bir toplumsal uyanış yaşanmaya başlamış, işçilerin, köylülerin, öğrencilerin seslerini daha çok duyulur olmuştu; bu uyanışta ise Anayasa’nın sağladığı geniş haklar son derece önemli rol oynuyordu ve yönetenlerin şikâyeti de bundandı.

60’lı yılların uyanışı 70’lere devrolacakken ordu bu gidişata dur dedi ve sermayenin çıkarları adına 12 Mart’ta sola ilk büyük darbeyi vurdu; işçi ve gençlik hareketi şiddet aracılığıyla bastırıldı, gençlik önderleri idam edildi, öldürüldü, binlerce genç cezaevine dolduruldu. Mesele bununla da sınırlı kalmadı, toplum üzerindeki baskıyı artırmak için anayasa da hedef alındı. Ancak güç dengeleri topyekûn bir ilgaya izin vermiyordu, bu nedenle de kimi değişikliklerle yetinildi ve özellikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin maddelerde ciddi değişikliklere gidildi. 

Artık söz konusu olan “devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü”ydü ve bunun için özgürlüklerde yeni kısıtlamalar yapılacak, örneğin memurların sendika kurmaları, öğretim üyelerinin siyasi partilere üye olmaları yasaklanacak, küçük partilerin hazine yardımından yararlanmaları ve Anayasa Mahkemesi’ne iptal davaları açmaları engellenecekti. Aynı şekilde 12 Mart düzenlemeleriyle birlikte gözaltı süreleri uzatılmış, sivil yargı karşısında askeri yargının eli güçlendirilmiş, sıkıyönetim ilanı kolaylaştırılmıştı. En önemli değişiklik ise 70’li yıllar boyunca devam edecek bir mücadeleye yol açacak şekilde Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kurulması olacaktı. 

Ancak ne şiddet politikaları ne de anayasal/yasal düzenlemeler bu süreçte solun yükselişini durdurabilmiştir; özellikle 1974 affından sonra Türkiye’de çok daha kitlesel yeni bir sol dalga yükselmiş, devletin “beka tehdidi” algısı 12 Mart öncesine nazaran katlanarak artmıştır. Bunun sonucu ise hem devlet şiddetinin yükselmesi hem de Gladio’nun ve sivil faşist hareketin siyasi cinayetlere, suikastlara ve kitle katliamlarına başvurması olmuştur. Buna rağmen “beka tehdidi” bertaraf edilememiş, asayiş ve nizam sağlanamamış, Türkiye kapitalizminin krizi şiddetlenmiş ve 12 Mart’tan yaklaşık 9 yıl sonra, ordu sermaye düzeninin çıkarları adına yönetime bir kez daha el koymuştur. 

12 Eylül, 12 Mart’ın yarım bıraktığı işi tamamlarken 61 Anayasa’sını bütünüyle ilga etmeyi ihmal etmemiş ve 1982 yılında mantığı ve felsefesi itibariyle 61 Anayasa’sının anti-tezi diyebileceğimiz faşizan bir anayasa yapmıştır. Bu anayasa, hem temel hak ve özgürlükler hem de sosyal haklar açısından emek ve halk düşmanı bir karakter taşımakta, yasamayı ve yargı bağımsızlığını zayıflatıp yürütmeyi güçlendirmekte ve Türkiye’nin sermaye düzeninin konjonktürel çıkarlarına uygun düşmektedir. 

82 Anayasa’sının yürütmeyi güçlendiren ve sermaye yanlısı karakteri, AKP açısından eşi bulunmaz bir nimet olmuştur ve “Yetmez ama evet” ahmaklığının damgasını vurduğu 2010 referandumundaki tüm o 12 Eylül’le hesaplaşma iddialarına rağmen AKP 12 Eylül’ün devamı olarak, 12 Eylül’ün piyasacı ve Türk-İslam sentezci mantığını en uç sınırlarına taşıyacak şekilde hareke etmiştir 

Yine de her rejim inşa eden parti, kaçınılmaz olarak o rejim inşasına uygun bir şekilde anayasada birtakım değişikler, gücü yetiyorsa da yeni bir anayasa yapmak zorundadır. AKP rejimi de buna uygun bir şekilde her fırsatını bulduğunda 82 Anayasa’sında birtakım değişiklikler yapmış, icraatlarının Anayasa’ya aykırı düştüğü durumlarda ise Anayasa’yı fiilen askıya almayı tercih etmiş, tüm bu süreç de “anayasasızlaşma” anlamına gelmiştir. Yani bugün Türkiye’de kâğıt üzerinde bir anayasa mevcut olmakla birlikte, o anayasayı istediği gibi eğip büken, tanımayan, fiilen geçersiz hale getiren, dahası tüm denge-fren mekanizmaları ve anayasal denetimi/anayasa yargısını fiilen ortadan kaldırmış bir iktidar mevcuttur. 

Bugün gelinen noktada, yani AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği kararın alt mahkeme tarafından uygulanmayarak dosyanın Yargıtay’a gönderilmesinde ve Yargıtay’ın da yetki gaspıyla Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesini talep etmesinde bu anayasasızlaştırma süreci bir kez daha ete kemiğe bürünmüş durumdadır. Çünkü aynı anda hem açık bir anayasa hükmü hem de AYM’nin kararı, yürütme böyle istediği için uygulanmamaktadır. 

İşte tam da bu nedenle ortada ne iddia edildiği üzere hizipler/klikler arası çatışmadan kaynaklı bir “kriz” ne de bir “kalkışma” vardır; daha doğrusu bu çatışmaların son tahlilde belirleyici bir önemi yoktur, rejim zaten kliklerin/hiziplerin kendi aralarında mücadele ettiği ama nihai karar alıcının Erdoğan olduğu bir devlet mimarisi üzerine kuruludur. Bu nedenle de yaşananlara olsa olsa “kendi kendine darbe” ya da “öz darbe” (autogolpe) girişimi denilebilir, süreç ancak böyle anlaşılabilir. Ortada devletin farklı organlarında temsil edilen bir güç mücadelesi, egemenlik kavgası, iktidara yönelik bir başkaldırı eylemi vs. yoktur; söz konusu olan rejim inşa eden bir iktidarın mevcut anayasayı fiilen ortadan kaldırması ve yeni bir anayasa, kendi rejimine uygun bir anayasa yapma yönündeki arzusudur.  

Peki bu arzunun gerisinde, kaynağında ne vardır? İlkin Erdoğan’ın kendisini Atatürk’le kıyaslamasına ve “ikinci kurucu” olarak görmesine bakılmalıdır; onun içerisinden geldiği siyasi gelenek ve aldığı siyasi formasyon, yani siyasal İslam, 1923 paradigmasıyla hesaplaşma ve yeni bir rejim, kurucu ilkesi din olan yeni bir rejim inşa etme iddiası üzerine kuruludur. Yeni anayasa ise AKP iktidarının rejim inşasında katettiği yolun anayasal statüye kavuşması anlamına gelecek, böylece yeni bir devletten ve yeni bir kurucu liderden söz etme imkânı doğacaktır. 

İkincisi ise sağ popülist bir lider olarak Erdoğan, kendisini “milletin sesi” olarak görmekte, söylediği sözün üzerine devlet içerisinden kimsenin söz söylememesini istemektedir. Ara sıra okuduğu Ece Ayhan dizesi “biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim”le tam olarak bunu ortaya koyar. Sıkça zikrettiği “bürokratik oligarşi”, milletin sesinin duyulmasının önündeki en büyük engeldir ve popülist lider milletle arasındaki tüm bariyerlerin kaldırılmasını talep eder. 

Üçüncüsü, Erdoğan bütün denge-fren mekanizmalarından azade, anayasal ve yargısal denetimin bulunmadığı, sınırsız, mutlak bir güç istemektedir. Bugün fiili olarak bu zaten tesis edilmiştir ama yine de ara sıra da olsa Can Atalay kararı örneğinde olduğu gibi istenmeyen hadiseler yaşanmaktadır ve bunun için de yeni bir anayasa şarttır. 

Dördüncü ve son olarak ise şu söylenebilir: Anayasa tartışmaları bir yandan ülkenin gerçek sorunlarının tartışılmasını, diğer yandan da sahici bir kutuplaşmayı, yani emek-sermaye çelişkisi üzerine kurulu bir kutuplaşmayı engellemekte, toplumu bir kez daha kültürel kodlar/kimlikler üzerinden bölmekte ve siyaseti buradan domine etmektedir. Dolayısıyla aslında yeni bir anayasanın yapılıp yapılmayacağından ziyade yeni anayasa üzerine yapılan bitimsiz tartışma süreci AKP açısından daha işlevseldir. 

Netice itibariyle, 21 yılın sonunda hala temel meselemiz iktidarın rejim inşa eden/olağanüstü karakterini kabul edip stratejisini bu olağanüstülük üzerine kuran bir siyasetin mevcut olmayışıdır. Oysa AKP’nin ne olduğunu, AKP iktidarının mahiyetini ve Erdoğan’ın hayalindeki rejimi doğru olarak tahlil edip yola buradan çıkmayan hiçbir stratejinin başarılı olamayacağını bu 21 yıl çoktan hepimize öğretmiş olmalıdır.