Palavra dediğim budur: Hem iktidar sahipleri ve ekonominin batışı ile ilgili saptama hem de kendilerinin ve kendi iktidarlarında göreve getireceklerinin ne kadar bilimli, çoktandır dillerinden düşürmedikleri sözcükle 'liyakatli' olduklarına, olacaklarına ilişkin iddia. Bunların tümü için, başlarken anlamına ilişkin açıklamalar yaptığımız sözcük uygundur; hepsi palavradır.

Bir palavra üzerine çeşitlemeler

Bu sözcüğün İspanyolcadan dilimize geçtiğini bilenler çoktur. Buna, argo sözlüklerinde yer aldığını, genel sözlüklerde de “argo” olarak sınıflandırıldığını eklemek gerekir. Fransızca kökenli argo sözcüğünün anlamı içinse kaba saba, külhanbeylere ya da serserilere özgü, yakışıksız söz ve benzeri açıklamalara hemen hemen bütün sözlüklerde rastlanabilir.

Buna karşılık, başlıkta yer alan palavra sözcüğünün artık kaba saba, yakışıksız sayılmaktan uzaklaştığını söylemek durumundayız. Başka bir anlatımla, bu sözcük neredeyse argo olmaktan çıkmış, günlük dilde sıkça kullanılır ve herhangi bir ayıplama ile karşılanmaz duruma gelmiştir, diyebiliriz.

Palavranın anlamı ile ilgili olarak bütün sözlüklerde, herhangi bir konuda gerçeğe aykırı söz, yapılması mümkün olmayan şeyleri yapacakmış gibi sözler etme, abartma, martaval, yalan gibi açıklamalar bulunuyor.

Yalan demişken, Oğuz Oyan buradaki son yazısında, istatistik ile ilgili olarak İktisat Fakültesindeki bir hocasından aktarmayla “üç türlü yalan vardır: yalan, kuyruklu yalan ve istatistik” diye yazmıştı. Ben bunu otuz kırk yıldır çeşitli yerlerdeki derslerde, seminerlerde, toplantılarda söylemiş ve birçok kez de yazmışımdır. Ama benimki şöyleydi: Yalanlar ağırlıklarına göre üçe ayrılır. En hafif ve sıradan olanına yalan, daha ağırına kuyruklu yalan, en ağırına ise istatistik denir. Kaynak olarak ise, nereden belleğimde kaldığını şu anda çıkarmam mümkün değil, İngilizlerin bir sözü olduğunu belirtirdim. Kaynağın doğru olup olmaması bir yana, istatistiğin bütün bilimlerde ağırlığı değişmekle birlikte vazgeçilmez bir yeri olduğunu ekleyelim ki, yanlış anlamalara yol açmış olmayalım. “Ne seninle ne sensiz” denebilir belki. Böyle bir şarkı da mı vardı ne!

Çeşitlemelere başladığımıza göre palavra ile demin alıntıladığımız sözlük anlamındakine ek olarak bir bağ kurmak üzere, şöyle bir anıyı aktarabilirim. İstatistik ile de biraz ilgili üstelik. Yıllardan 1968 ya da 69 olmalı, bizim üniversitede Danimarkalı bir istatistik hocamız vardı. Çok esaslı bir istatistik hocası olduğunu anlatmak amacıyla “Avrupa’nın en iyi 7 istatistikçisinden biri” olduğu söylenirdi; tevatür edilirdi, demek daha doğru. Avrupa’nın en iyi istatistikçilerinden biri olduğu az çok anlamlı bir övgü sayılabilir. Ama “en iyi yedi” de ne oluyor? Kim, nasıl saymış kardeşim? Yalan ile palavra sık sık böyle iç içe geçer. Argodan söz açtığımız için midir, nedir, “atmasyon” sözcüğü de geliyor akla. 

Bir de bizim büyük halk bilgemiz Hoca Nasrettin’in harika fıkralarından biri: Hani, kendilerini çok uyanık sanan bir grup Hoca’nın çevresini sarmış onu çuvallatmaya çalışıyorlar akıllarınca. İçlerinden biri, “Hocam, madem çok biliyorsun, söyle bakalım, dünyanın merkezi neresidir?” diye sormuş. Hoca birkaç saniye çevreye bakınmış, az ötede yularından bir ağaca bağladığı eşeğine takılmış gözü. “Eşeğimin sağ arka ayağının bastığı yerdir.” demiş. Bu kez hepsinden birden itirazlar yükselmiş: “Amma yaptın Hocam, nereden biliyorsun?” Hiç istifini bozmamış Hoca, “İnanmıyorsanız, ölçün!” deyivermiş. 
Yavaş yavaş ana temaya geliyoruz.

Son zamanlarda, son haftalarda, aylarda muhalif dillerden hiç düşmeyen bir nakarat var; özellikle de damat beyin ekonomi yönetiminin başı denebilecek bir göreve getirilişinden bu yana: Bunlar ekonomi nedir, nasıl yönetilir, sorunlar nasıl çözülür, bilmiyorlar ve hiç bilmeyenleri işlerin başına getiriyorlar; bu yüzden batıyoruz. Oysa, biz biliyoruz; ayrıca, işlerin başına da bilenleri, “liyakat” sahibi olanları getireceğiz.

Palavra dediğim budur: Hem iktidar sahipleri ve ekonominin batışı ile ilgili saptama hem de kendilerinin ve kendi iktidarlarında göreve getireceklerinin ne kadar bilimli, çoktandır dillerinden düşürmedikleri sözcükle “liyakatli” olduklarına, olacaklarına ilişkin iddia. Bunların tümü için, başlarken anlamına ilişkin açıklamalar yaptığımız sözcük uygundur; hepsi palavradır. 

Son iki sözcük, “hepsi palavra”, yan yana getirilince, bir zamanların çok çalınıp dinletilen pop şarkısı akla gelmemiş olmaz. Eksik olmasınlar Reis hazretlerinin inayetiyle düzenlenen son konserde halkımızın huzuruna çıkartılan kıymetli sanatkârların en başında Ajda Pekkan vardı. Bendeniz affedilmez bir gaflete düşüp dinleme fırsatını kaçırdım ama, fotoğraflarında gördüm, kıymetli hanımefendi kendisi için çok zaman önce ifade edilerek hafızalara kazınmış “teknoloji şaheseri” yahut tıbbiyedeki estetik cerrahi talebeleri için “vaka analizi” ve benzeri yakıştırmaları pek kifayetsiz bırakan bir manzara teşkil ediyordu.

Kendilerinin böyle “palavra, palavra” deyu haykırdıkları bir şarkıları hatırlardadır. Mamafih, okumuş bulunduğu eserlerinin kahir ekseriyeti gibi, tam da kendilerinin sayılmaz amma, o kadar kusur kadı kızında da olurmuş, öyle derler.

Nasıl olduysa mevzu buralara gelmişken, bu mutena san’at ziyafetini tertipleyenlerden Allah razı olsun deyip başka bir fasıla geçelim.

Her boydan ve soydan düzen içi muhalefetin ekonomiyi şimdikilerden çok daha iyi bildikleri, kendileri geldiğinde bütün görevlere liyakat sahiplerini getirecekleri yolundaki iddialarıyla ilgili olarak “palavra” sözcüğünü kullanmıştık en son. Oradan devam ediyoruz.

Bir kez, herhangi bir ekonominin sıkıntısız, bunalımsız, halkın dertsiz tasasız çalışıp yaşamasını sağlayacak biçimde işler kılınması ile yöneten konumundakilerin eğitimli, bilimli, tecrübeli, çalıp çırpmayan kimseler olması arasında hiçbir ilişki yoktur, diyemesek bile, sanıldığından çok daha az ilişki vardır. Şöyle basit bir benzetme yapabiliriz: Bir futbol takımının başarısında teknik direktör denilen kişinin ve yanındaki görünür görünmez yardımcılarının etkisini sayısallaştırmaya uğraşanlar, genellikle, yüzde 15 dolayında bir oran verirler. Bizimki gibi insanın insanı sömürmesine dayanan ekonomiler, aynı ilkeye dayalı olarak çalışan başka ekonomilerle yarışma, çatışma, savaşma ilişkileri içinde var olurlar. Bu ilişkiler içinde genel olarak yöneticilerin ve özel olarak ekonomi yöneticilerinin kullanabildikleri eğitimlilik, bilimlilik türü özelliklerin kaynağı aşağı yukarı aynıdır ve yetersizdir. Yetersizlik bir yana, içeride ve dışarıda yarışma ve savaşma olmadan olmuyorken, aynı ya da çok benzer silahlar kullanılıyorsa, daha da somutlaştıralım, birörnek denebilecek “ilim irfan yuvaları”nda hemen hemen aynı safsatalar öğretiliyorsa, oralardan çıkanların marifetlerinin payı çok düşük düzeylerde kalmaya mahkûmdur. Biraz önceki futbol örneğine dönersek, aynı büyük paraları aynı biçimlerde ortaya dökenlerin egemenliğinde iki sonuç ortaya çıkar: Bir yandan, bizim “güzel oyun” demekte romantikçe ısrar ettiğimiz oyunun güzelliği kalmaz; öte yandan, çok yakın güçteki takımların kapışmasında üstünlük sağlamak için Messi ve benzerlerini bulmak gerekir. İlkinin mutlak bir geçerlilik taşıdığını endüstrinin patronları dışında herkes görebiliyor. İkincisi ise hem çok enderdir, hem de kurallı kuralsız çeşitli önlemlerle etkisizleştirilebildiği görülmektedir.

Ekonomiyi çok bildiklerini ileri sürenlerin dağarcıklarında bugünkülerden farklı bir çare bulunmadığını hemen yukarıda yazdıktan sonra, ikinci olarak, liyakat denilen “şey” rekabetçi kapitalizmin ilkesidir. Bunu ilk kez, Yalçın Hoca’dan işittiğimi ya da okuduğumu hatırlıyorum; ayrıca, son günlerde onun ne çok kulaklarını çınlattığımı fark ediyorum. Kapitalizmin tekelci ya da kulaklarını çınlattığımızın deyişi ile “tekelli” döneminin, bence daha uygun terimle emperyalizmin ise böyle bir ilkesi yoktur; çünkü ihtiyacı yoktur, çünkü ekonomik alana özgü olmayan pek çok araçları vardır. Bugünlerde sık sık dillendirilen somut bir örneğe de değinebiliriz: Bir güreşçinin banka yönetim kurulu üyeliğine getirilmesi türünden örnekler, kapitalizm koşullarında ne ilktir, dolayısıyla ne son 18 yıla özgüdür, ne de bu koşullar sürüp gittikçe son olacaktır. Bunların çokluğu ile sıklığı ise elbette değiştirilebilir. Kim yetinecekse yetinsin!

Çeşitlemeler fena gitmiyordu sanki de, finali iyi yapamadık galiba; çok kuru kaldı. Ne diyelim, doğru dürüst kulağı bile olmayan birinden ancak bu kadar besteci çıkar!