Bu yazı ise demokrasi denilen “şey”in gelişiminin nasıl seyrettiğini vurgulamak bakımından böyle bir anlatımın oldukça uygun göründüğü düşüncesinden yola çıkıyor. Ona gelmeden, önceki cümlede tırnak içinde kullandığım maymuncuk benzeri sözcüğün çağrıştırdığı bir filmden söz etmeliyim.

Bir adım ileri iki adım geri

Başlıkta sosyalizm mücadelesindeki önemli eserlerden birinin adına göndermede bulunuluyor; ama özgün anlamına bire bir uygun düşen bir kullanım değil bu. Oradaki anlam başka bir alana aktarılıyor, denebilir.

Ancak, orada da, kitabın sonlarına doğru farklı alanlarda ortaya çıkabileceği belirtilmişti. Şöyle: “Bir adım ileri, iki adım geri… Bireylerin hayatlarında olur  bu, ulusların tarihlerinde olur, partilerin gelişiminde de olur.”

Zaten, o önemli çalışmanın amacı da partilerin hayatındaki bu ilerleme tarzının tehlikesine dikkat çekerken, proletaryanın devrim mücadelesindeki tek silahının örgütlenme, en gelişkin örgütünün ise sınıfın en ileri öğelerinin oluşturduğu siyasal parti olduğunun anlaşılmasını sağlamaktı. Ocak 1904’te yapılan parti kongresinin bütün belgelerini, notlarını, görüşmelerini kapsayan uzun bir incelemenin sonucu olarak Lenin tarafından yazılan ve ilk kez aynı yılın Mayıs ayında İsviçre’de yayımlanan kitabın adı böyle idi.

Bu yazı ise demokrasi denilen “şey”in gelişiminin nasıl seyrettiğini vurgulamak  bakımından böyle bir anlatımın oldukça uygun göründüğü düşüncesinden yola çıkıyor. Ona gelmeden, önceki cümlede tırnak içinde kullandığım maymuncuk benzeri sözcüğün çağrıştırdığı bir filmden söz etmeliyim.

Film, Aziz Nesin’in çok bilinen, çok okunmuş romanı Zübük’ten sinemaya aktarılmıştı. Filmin kahramanı Zübükzade İbraam Bey, bir seçim nutku atarken şöyle başlıyordu: “Demokraasi öyle bir şeydir ki, öyle bir şeydir ki…” Arkasını getiremiyor ve kestirip atıyordu: “… tadından yinmez.” Bu repliğin yerini romanda arayıp bulamamış, sonunda, uyarlama senaryoyu yazan Atıf Yılmaz’ın eklentisi olduğu kanısına varmıştım. Harika bir betimleme olarak hâlâ aklımdadır.

Bu “şey”in, elbette varsıllar, onlardan oluşan sınıf ve tabakalar açısından “tadından yinmez” oluşunun nedenleri arasında ve herhalde en başta şunu belirtmek gerekir: Yoksullarla onların temsilcilerinin kimi zaman çoğunluğu, kimi zaman önemli bir bölümü de onu kendilerine yarar, dolayısıyla ardından koşulabilir sanmışlar; hatta canla başla savunmuşlardır. Bu sanı ve uzantıları, yoksul sınıfların yüzyıllarca sürmüş mücadelelerinin kalıcı, ortadan kaldırılamaz, geri döndürülemez sonuçlara ulaşmasını engelleyen başlıca nedenlerden biri, interregnum olarak niteleyebileceğimiz şu dönem ile onu hazırlayan uzun yıllarda ise birincisi olmuştur.

Demokrasi bir devlet durumudur. Farklı tarihsel dönemlerde, farklı toplumsal sınıfların elinde, çok farklı özellikler gösteren bu devlet durumları  birbirlerinin yerine geçerler. Demokrasinin gelişimi ya da bunun alışılmış söylenişi olarak demokratikleşme, bu birbirinin yerine geçme sürecinden başka bir şey değildir. Daha az önemli olmamak üzere, bu süreç tek yönlü olarak, sadece ileriye doğru gerçekleşmez. Hem ileriye hem geriye doğru, bazen ileriye bazen geriye doğru devinen bir süreçtir bu.
Üstelik, ileri doğru atılan her adıma karşı en az iki geri adım atılır. Bunun genellikle eşanlı olarak gerçekleşmemesi doğaldır; hangi zaman aralıklarıyla gerçekleşeceği ise toplumsal sınıfların karşılıklı konumlanışları ile göreli güçlerine bağlıdır.

Peki, bir ileriye karşı en az iki geri adımın, daha doğrusu, buradaki “en az iki” vurgusunun nasıl bir anlamı olabilir?

Burada niceliksel bir farklılıktan söz edildiği ve bu farkın coğrafyalar ile tarihsel dönemlere göre değiştiği belirtilmelidir. Örneklenmeye çalışılırsa, gelişmiş olduğu öne sürülen ülkelerde ya da toplumlarda ileriye doğru bir adıma karşılık iki geri adımdan söz edilebilmektedir. Dolayısıyla, daha az gelişmiş ya da geri kalmış coğrafyalarda ise demokratikleşme süreci bir ileri, üç yahut daha çok geri adım biçiminde ilerlemektedir. Burada, niceliksel birikimlerin, farklı coğrafyalarda farklı sürelerde tamamlanmak üzere, niteliksel değişimlere dönüşmesi söz konusudur. O kadar ki, Türkiye ve benzeri ülkelerde, hatta o kadar da benzemeyen pek çok ülkede olduğu gibi, temsili demokrasinin en basit, ama olmazsa olmaz koşulları arasındaki eşit ve genel oy ilkesi ile seçme/seçilme hakkının pek kabaca çiğnenmesi bile anılan niteliksel değişimler içinde yer alabilir.

Çok uzak geçmişe gitmeden söylenebilir: İnsanlığın bir ara dönem yaşamakta olduğu ortadadır. Sosyalizmin kendi hatalarının da küçümsenemeyecek bir pay sahibi olduğu geri çekilişiyle karakterize edilen ve Batı dillerinde hep kullanılan Latince kökenli deyişle interregnum olarak niteleyebileceğimiz bir zaman dilimindeyiz. Daha ne kadar süreceğini bugünden kestiremediğimiz bu ara dönemin sona ermesi ya da sonun görünür duruma gelmesi, sosyalizmin yeniden ayağa kalkmasına, en azından bunun somut belirtilerinin belli bir açıklıkla ortaya çıkmasına bağlıdır.

Türkiye halkı, emekçileri demek istiyorum, bu ara dönemi bir yandan benzeri az görülmüş bir yoksullaşma, bir yandan demokratikleşmede geriye atılmış adımların ikinin epey üstüne çıkışıyla toplumsal hak ve özgürlüklerde esaslı bir tırpanlanma yaşayarak geçirdi. Bunun muazzam sözcüğüyle anlatılabilecek bir öfke birikimine yol açtığı ileri sürülebilir. Sürülebilir de, bu öfkenin görülebilir oluşuna ilişkin bir yığın itiraz da gündeme taşınabilir. Nedeni, öfkenin zaman zaman farklı ve bu sözcüğü ilk anda akla getirmeyen biçimlerde ortaya çıkıyor oluşuna bağlanmalıdır.

İster yalın ve en bilinen görünümleriyle ister başka tepkilerle karışıp tanımlanması güçleşerek olsun, böyle bir birikimin, düşük bir olasılık olarak, yatıştırıcı ve/veya saptırıcı, aynı zamanda yeterince güçlü karşı etkenler ortaya çıkmazsa, bir biçimde boşalması mümkündür. Sadece doğada değil toplumsal hayatta da beklenebilir bir durumdur bu. Ancak, bu tür bir öfke boşalmasının, emekçi yığınlar açısından onca geriye doğru atılmış adımdan sonra ileriye doğru küçük bir adıma yol açması bile çok kuşkuludur.

Elbette hepsinde değil, ama bazı atasözlerinde benzeri kolay bulunamayacak bir yol göstericilik vardır. Osman Çutsay’ın hafta başındaki yazısı o nitelikteki atasözleri arasına katılabilecek bir cümleyle bitiyordu. Bu yazıyı da önunla bitirmek istiyorum: “Öfkesiz sosyalizm yok, sosyalizmsiz öfke de küpüne zarar.”