Göçtü gitti, ışıklar içinde yatsın…Hayır yatmasın, eğer bir cennet var ise oranın sonsuz ovalarında sonsuza kadar dripling yapsın.

Aziz Diego: 1001. aziz

Bir zamanlar bir arkadaş grubuyla Napoli’ye gitmiştik, bir kongre için. Öyle çok ecnebi memleket görmedim; ancak gördüğüm ecnebi şehirler içinde beni en çok etkileyeni Napoli oldu. Garip, büyüleyici, kirli, sıkışık, Avrupalı, ancak daha çok Akdenizli bir kent idi. Kuzey İtalya’nın zenginliğinin aksine Güney İtalya fukaradır, hep öyleydi. Napoli tüm bu fukaralığın bir tür kentlilik ile en çok sentezlendiği yerdir. Napolili Kuzey İtalyalı göçmen kuşları bile sevmez. Sanki Torino’dan, Milano’dan hareket eden kuş sürüleri bile onları hakir görürler çünkü. İşte bu büyüleyici kentte her sokağın başında duvara asılmış camekanlı küçük sunaklar vardır. Her bir sunakta kentin bir azizinin büstü ya da temsili resmi bulunur. Mutlaka resim ya da büstün önünde bir mum yanar ve önünde geçenler tam da önünde durarak istavroz çıkarırlar. O kadar çoktur ki bu küçük sunakların sayısı. Nasıl olmasın; Napoli 1000 azizin kentidir. O, “Aziz Diego” 1000 azize sahip bu şehrin 1001. Aziz’idir. Ona adanmış olan ve grafiti resimlerden oluşan küçük sunaklar kentin her yerindedir. O aslında 1001 azizin en aziz olanıdır çünkü. 

Martiroloji olarak adlandırılıyor; şehitler/azizler bilimi de denilebilir. Katolik Kilisesi’nin erken dönemlerinde teologların bir bölümünün ilgilendiği gözde bir alandı. Azizlik Özellikle Roma’nın  pagan dönemlerinde şehit edilmiş ilk Hristiyanlar için uygun görülmüş kutsal bir mertebedir. 12 havariler, Paul, dini ilk yayanlar, arenalarda aslanların önüne atılanlar, ilk papalar azizler listesinin öncelikli üyeleridir. Papalık hala birini aziz ilan etme yetkisine sahiptir. Ancak teolojinin sınırlarını aşan ciddi tarihsel çalışmalar büyük azizler ordusunda gerçekten aziz kabul edilebilecek olanların sayısının pek az olduğunu göstermektedir. Önemli bir bölümü aziz olamayacak kadar kepaze kimselerdir. Şehitlik hikayeleri uydurmadır. Bir bölümünün ise tarihsel varoluşu bile şüphelidir. Napoli’nin 1000 azizi içinde kaçı gerçekten azizliği hak etmiştir bilemem ama o, “Aziz Diego”, hepsinden daha azizdir bence. 

Aziz Diego Armando Maradona aramızdan göçüp gitti. Çocukluğunu ve ergenliğini benim gibi 1980’lerde yaşamış olanlar için o bir tür süper insandı. Üstelik Nietzsche’nin süper insanı gibi diğerlerini ezmeye eğilimli de değildi hani. Tam tersine bizdendi, bizim olandı. Onu üzenlerden biz de nefret ederdik. Örneğin İtalyan defans elemanı Gentile bir hayli nefret toplamıştı. O sevindiğinde sevinirdik. O ağladığında ise ağlayanlar oluyordu, gördüm. Örneğin 1990 Dünya Kupası Finali’ni Almanya’ya kaybettiklerinde hüngür hüngür ağlamıştı. Maçı birlikte izlediğim gruptan ağlayanlar olmuştu. Neden? Neydi onu özel kılan? Hala düşünürüm. 

Onunla ilk tanışmam 1982 Dünya Kupası ile olmuştu. Ondan önce de adını sanını duymaya başlamıştık gerçi, buradaki gazeteler bile “Kempes’in tacını takan yeni yıldız” diye başlıklar atıyordu. Ancak hala bizim için bir sırdı, malum o zamanlar şimdiki gibi yedi düvelden futbol maçlarını seyredeceğiniz dijital ortamlar namevcut idi. Belki de bu yokluk sadece adını duyan, ancak endamını ve futbolunu göremeyen bizler için kafamızda bir tür süper kahraman yaratma şansı yarattı; ancak önce sükut-u hayal oldu. İspanya’nın ev sahipliği yaptığı kupa onun ve bizim için hüsranla bitti. Aslında ilk tur iyi geçti, hatta Aziz Diego pek güzel iki gol de attı. Sanki parlayacak ve patlayacaktı. Olmadı. O dünya kupasında sistem zamane dünya kuplarına nazaran değişikti. İlk grup maçlarının ardından bir de ikinci bir grup maçları seansı oynanıyordu. Bahtsızlık; Arjantin, Brezilya ve İtalya ile aynı gruba düştü. Tüm gözler üzerindeydi, maç içinde ise tüm dikkatler ondaydı. Rakip takımların gaddar defans elemanları top ona geldiğinde ikili veya üçlü savunma uyguluyorlardı. Bu savunmada iş futbolu aşıyor, deyim yerindeyse bir tür biçme eylemine dönüşüyordu. Top her ona geldiğinde birinci çalım, ikinci çalım, ve yerde pozisyonu artık alışıldık bir hale gelmişti. Hem İtalya (ki Arjantin’i 2-1 ile geçti) hem de Brezilya (Arjantin’i 3-1 ile geçti) deyim yerindeyse ona karşı “düşük yoğunluklu savaş” stratejisi uyguladılar. İtalya maçında hunhar İtalyan savunmacı Gentile ona nerdeyse yapıştı, sürekli biçti. Brezilya maçında yenilen goller ve sık sık tekmelenlmeler canından bezdirdi. Maçın sonlarına doğru Brezilyalı Batista takım arkadaşından topu nerdeyse uçan tekmeyle aldı ve Arjantinliyi yere yıktı. Azizlerin öfkesi de tanrısaldır, Aziz Diego tekmeyi bilerek ve isteyerek Brezilyalının sağ böğrüne gömdü. Meksikalı hakem olay yerine koştu ve kararlı bir şekilde kırmızı kartı çıkardı. Gözlerini yere eğdi, geri döndü ve soyunma odasına yollandı. Hiç itiraz etmedi. O sessizliğe doğru yürürken Arjantin de elendi. 

Giderek pespayeleşen bir futbolla hatırlanacak bir dünya kupası gözlerimizde daha da değersizleşti. Maradona yoksa futbol yoktu ki; futbolu olmayan dünya kupasını zaten futbol oynamayan İtalya kazandı.1

Ancak artık yakına gelmişti, en azından Avrupa futbolunu görsel olarak biraz daha fazla takip edebiliyorduk. O ise Barselona’ya transfer olmuştu. Öyle ya, zengin Avrupa kulüpleri ağlarına yetenekli bir Latin Amerikalıyı daha düşürmüşlerdi. İki yıllık Barselona hikayesi bazen parlak bir görünüm çizse de genel olarak bir kabusa dönüşecekti. 1982’deki kupa ona karşı defans uygulayacak kulüplere bir şeyi öğretmişti; duygusaldı, baskılı ve şiddet uygulayan bir defans karşısında çabuk düşüyordu oyundan. Nitekim kazanılan bir iki ulusal kupaya rağmen tutunamadı. Özellikle bir Atletico Bilbao maçı vardı ki galiba İspanya’nın iyice kapitalistleşmiş futbol endüstrisinden kurtulması gerektiğini o maçta anlamıştı herhalde. Bu maçta Bilbaolu defans oyuncusu Goikoetxea onu diğerlerinin yaptığı gibi tekme yağmuruna tutarak sakatlamıştı. Neredeyse bitiyordu futbol hayatı. Bir karar verdi ve gitti.

Pek çok ensesi kalın, göbeği büyük, zengin talibi vardı. Fakat onlara gitmedi. O İtalya liginde bırakın tepeyi, yoksul bir kentin ilk beşe bile oynayamayan takımını, Napoli’yi tercih etti. Güney İtalyan takımlarının ligdeki durumları vahimdi, çoğu asansör takımdı. Alt kümelerle birinci lig, Serie A arasında gidip gelirlerdi. Napoli de farklı değildi. Ancak makus talih değişecekti, çünkü 1000 azize sahip kente 1001. Aziz gelmişti. Azizlik mucize yaratabilme kapasitesine işaret etmiyor muydu? Aziz George koca ejderhayı mızrağıyla öldürmemiş miydi? Aziz Nicholas’ın akla hayale sığmayan mucizeleri yok muydu? Neden Aziz Diego da bir mucize yaratmasındı ki? Yarattı da; umudu olmayan takımı iki kez Serie A şampiyonu yaptı, ona bir İtalya Kupası kazandırdı. 1989’da bir de UEFA Kupası cabası tabi ki. O gerçek bir aziz olduğunu kanıtladı. 

Onun sadece Napoli’nin değil tüm fani dünyanın azizi olduğunu 1986 Dünya Kupası gösterecekti. Olgunlaşmıştı, artık sahada ona uygulanan her türden baskıyı kaldıracak haldeydi. Üstelik kupanın ev sahipliğini Meksika yapıyordu, yani neredeyse evinde oynayacaktı. Daha ilk turda bu defakinin onun sahnesi olacağını gösterdi. Bulgaristan’a karşı öyle bir oynadı ki, hani “sirkülase etmek” diye bir futbol terimi vardır ya, işte onu hayata geçirdi.  Sonra her şey azizin mucizesinin gerçek olduğunu gösterdi. Çeyrek finalde rakip İngiltere idi. İki gol attı. İlki (daha önceki bir yazıda bahsetmiştim) ceza sahası içine atılan bir yüksek toptu; İngiltere’nin daimi kalecisi Shilton ile birlikte yükseldi. Ancak top eline çarptı ve ağlarla buluştu. Herkes gördü ama Tunuslu hakem görmedi. Golü verdi. Maçtan sonra yorum yaparken bu gol için “Tanrının Eli” dedi. Bu golden bir süre sonra attığı ikinci gol ise futbolun aslında bir şiir olduğunu gösterir nitelikteydi. Kendi sahasından aldığı topu driplingle ve çalımlarla götürdü; 5-6 İngilizi oyundan düşürdü. Kaleciyle karşı karşıya kaldı ve topu kalecinin yanından ağlarla buluşturdu. Genelde beğenilerin söz konusu olduğu ortamlarda yüksekten atmam; ancak iddia ediyorum futbol tarihindeki en güzel iki üç golden biriydi bu. Mucizeydi. Aynı türden bir golü yarı finalde Belçika’ya da attı.2 Finalde rakip Federal Almanya idi. Almanlar da pek güçlüydü, ancak bir azizleri yoktu.

Bu arada 1978’deki Arjantin-Hollanda finalini hayal meyal hatırlıyorum. Ondan sonrakilerin tamamını seyretmiş biri olarak şunu söylemeliyim ki 1986 finali, yani Arjantin-F. Almanya finali tüm bunların içinde en iyisiydi. Görkemli bir maçtı. Önce Arjantin iki attı, sonra Almanlar iki atarak eşitlediler. En son Arjantin attı ve kupanın sahibi oldu. Artık tescilli bir azizdi. 

Sonrası ise biraz hüzünlü bir hikaye idi. Önce uyuşturucu, sonra karmaşık ilişkiler; giderek yıprandı. Ancak hala bir azizdi. Hala son bir mucize için küçük bir iki numarası daha vardı galiba. Nitekim 1990 Dünya Kupası’nda nerdeyse bir mucize daha yarattı. Bu kupaya gelen Arjantin takımı 1986’dakini mumla aratacak kadar kötüydü; hoş o da eskisi gibi değildi ya. Yine de o Aziz Diego idi. Aslında hiç de iyi oynamayan Arjantin’i ite kaka finale kadar getirdi. Gerçekten ite kaka idi; Arjantin çeyrek finalde Yugoslavya’yı normal zamanda yenemedi penaltılarla geçti. Yarı finalde İtalya’yı yine maç içinde yenemedi, onu da penaltılarla geçti. Fakat mucize bitti. Finalde rakip dört yıl önceki gibi Almanlar idi. Ve bu defa Almanlar daha güçlüydü. Buna rağmen sürekli bir baskı kuran Almanlara karşı 85 dakika direnildi. Belki yeni bir mucize gelecekti. Olmadı, 85. Dakikada Andreas Brehme penaltıyla hem onun hem de Arjantin’in tüm hayallerini bitirdi. Almanlar kupayı kaldırırken hüngür hüngür ağlıyordu. Azizler de ağlardı herhalde. 

Sonrası ise apaçık bir düşüş idi. Napoli’den bir uyuşturucu skandalıyla kopuş, 1994 Dünya Kupası’nda dopingli çıkması (üstelik bunun için bireysel eğitmenini suçladı), İtalyan hükümetiyle vergi sorunları, ömrünün sonunda doğru iyice bir kendini bırakmışlık hali, Pele ile ağız dalaşı…Ancak azizlerin ışığı sonsuzdur, tüm bunlara rağmen bizim gözümüzde ilk günlerdeki kadar parlaktı. Göçtü gitti, ışıklar içinde yatsın…Hayır yatmasın, eğer bir cennet var ise oranın sonsuz ovalarında sonsuza kadar dripling yapsın.  

  • 1. Çirkin futbol konusunda 1982 Dünya Kupası ile sadece Yunanistan’ın kazandığı 2004 ve Portekiz’in kazandığı 2016 Avrupa Şampiyonaları aşık atabilirler.
  • 2. Belçika grup maçlarının ardından ilk 16 maçlarında Sovyetler Birliği ile karşı karşıya geldi. Valeriy Lobanovski’nin çok iyi bir takımı vardı ve çok iyi oynuyordu. Belanovlu, Mihaliçenkolu, Protasovlu müthiş bir kadroydu. Ben final oynar diyordum. Ama olmadı, Belçika – Sovyetler Birliği maçının hakemi İsveçli Erik Frederikson uzatmaya giden maçta Belçika’nın açık ofsayt olan iki golünü geçerli saydı. Sovyetler maçı 4-3 kaybetti. Yazık oldu.