Artık hepimiz birer Gregor Samsayız; sırt üstü düşenlerin ayaklarını titreterek öte dünyayı boyladıkladıkları kendi karanlığımızın gönüllü birer kurbanı…

Aydınlanma Tarikatı’nın gölgesinde bir cesede bakmak: Beyin ölümü gerçekleşen Avrupa’nın hazin öyküsü

Tullamore sokaklarında yürürken masonlara ait yapıları ve bu yapıların üzerlerine kazınan sembolleri detaylı bir şekilde inceliyorum. Bu küçük kasabanın kuruluşunda ve gelişiminde masonların önemli katkıları olduğunu yapılara kazınan bu figürlerde rahatlıkla görebiliyorum. Bahçesini yabani otların sardığı bu mekanlar, çoktan ölmüş bir fikrin hayalete benzer imgesini tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. O’Moree sokağı üzerindeki bu pergel ve gönyelerin burada yaşayan insanlar için önemli anlamlar taşımadığını ve hatta pek çok gencin her gün önünden geçtikleri bu sembolleri umursamadıklarını görüyorum.

Yeni çağın aydınlanması bir karatma üzerine inşa edilmişti. Bu karartmanın esas amacı burjuvaziyi Sovyetler Birliği’nin yıkıcı etkisinden korumaktı. İletişim bilimleri okuyan bir gencin kabul etmekte zorlandığı bir gerçekle bu noktada yüzleşmek durumundayım. Soğuk savaş yıllarının olağanüstü karartma koşullarını oluşturanlar Amerika’ya göç eden Frankfurt Okulu düşünürleri olmuştur (Gökdemir, 2017). Evet, ‘Aydınlanmanın Diyalektiği’ gerçek anlamda kendi karşıtına evirilen ölümcül bir silaha dönüşmüş gibi görünüyor. Işığın egemenliğinin o kısacık dönemi lanetle anılmalı ve bir daha geri dönmemek üzere geldiği yere kilitlenmeliydi. Bu yüzden tüm kötülüklerin ve lanetin kaynağı olarak ‘aydınlanma’ gösterildi. Gelinen noktada sokaklar, kitle iletişim araçları tarafından zihinleri iğdiş edilmiş insanlarla dolduruldu. Trajik bir kırılmadır; oğulların ve babaların kapışması kesif bir karanlığın tüm Avrupa’yı ağır bir örtüyle kapatmasıyla sonlanmıştır…

Cenevre Cumhuriyet’inde yaşayan bir saat ustasının oğlu yükselen bu dalgayı daha o yıllarda görmüştü. Burjuvazinin düşünce dünyasının çarpıklığını anlamış ve ışığın ardındaki karanlığa karşı uyarılarda bulunmuştu. Erdemlerle örülü yaşamı, çeşitli erdemsizliklerle süslenmişti. Karşıtların birliği yasası, insanın yakasını kendi yaşamında da rahat bırakmıyordu. Jean-Jacques Rousseau, huzursuz bir dâhiydi; huzursuzluğu yeni gelişen Avrupa ideolojisinin tehlikelerini sezmesinden ileri geliyordu1. Doğulu kıyafetleri içerisinde gezen bu haylaz çocuk, Avrupa’ya doğulu köklerini hatırlatan ve aydınlanmanın içinde giderek büyüyen Avrupa ideolojisine karşı her şeyiyle güçlü bir biçimde karşı koyan bir figüre dönüşmüştü. İlk defa insanlar arasındaki eşitsizliğin kökenlerine bakma cüretini gösteriyor ve sanatların, bilimin zincirlerimizi renkli çiçeklerle süslediğini insanlığa haykırıyordu. Burjuvazi bu erken doğumdan gerekli dersleri çıkarana dek pek çok kâbusla yüzleşmek zorunda kalmıştı. Jakobenlerin iktidarı bunların içinde en çok dehşete kapıldıkları uğraklardan sadece birisiydi…

Şimdi, kültür endüstrisi zincirlerimizi netflix, HBO ve türevleriyle süslemeye devam ediyor. Avrupa, sınıfsal karakteri gereği dünya ile arasına (doğu ve batı) sert bir sınır çekerken beyin ölümüne bir adım daha yaklaşıyordu. Bu ölümü sezen ilk kişi Franz Kafka olmuştur. “Kafka ne yana denk düşüyor? Sorumuz budur. 20. Yüzyıl hem umut ve hem de umutsuzlukla birlikte doğdu. İnsanlık Ekim Devrimi ile ileriye doğru sıçramaya hazırlanırken, artık tekelcileşmiş kapitalizmi ile çürümenin işaretleri de görülmeye başlanmıştı. 20. Yüzyıl, bir yanda devrimci edebiyatın yeni insanı, bir yandan Kafka’nın hamam böceği ile karşılandı. Her ikisinin de derin karşılıklarının olması kaçınılmazdır ve hamam böceği Samsa yazıldığı edebi ton bir yana, sırf bir tip olarak çizilmiş olması nedeniyle de bu derin karşılıklardan birine denk düşüyor. Başlayan değil bitmiş insanın hikâyesidir” (Gökdemir, 2017:119)2. Gregor Samsa, sıradan bir alegori olmanın çok ötesindedir, o beyin ölümü gerçekleşen Avrupa’nın hazin hikâyesidir. Dev bir eğlence sarmalının kıskacında, yok oluşun anlatısıdır. Neon ışıkların, gözleri huzursuz eden aydınlığının insanı tüm benliğiyle mutasyona uğratmasının politik bir dışavurumudur…

Dublin’in arka sokaklarında yürürken sokağın kenarında uyuşturucu nöbetine giren genç bir kızın çaresiz çırpınışlarını ve onu seyreden insanların kayıtsızlığını hayretle izliyorum. Artık hepimiz birer Gregor Samsa'yız; sırt üstü düşenlerin ayaklarını titreterek öte dünyayı boyladıkladıkları kendi karanlığımızın gönüllü birer kurbanı…

Avrupa ideolojisi yenilmedikçe bu karanlığı yırtmamız zor görünüyor. Bunun için burjuva aydınlanmasının dayanak noktalarını iyi öğrenmeniz gerekiyor. Bu aydınlanmanın eksik bir aydınlanma olduğunu, burjuvazinin çift karakterli doğası nedeniyle felaketle sonuçlandığını, işçi sınıfının penceresinden yorumlamak zorundayız. 

Aydınlanma düşüncesini coğrafyalara ayırarak incelemek, okuyucu için büyük bir kolaylık sağlayabilir. Kıta Avrupası’nın aydınlanma yolculuğu, her coğrafyada farklı şekillerde gelişmiştir. Almanya, İngiltere ve Fransa aydınlanmanın üç büyük uğrak noktasını oluşturmaktadır. Bu uğrak noktalarının her biri bize başka bir hikâye anlatmaktadır. Doğal olarak buradaki düşünsel gelişim girift ve birbirini kesen ideolojilerle buluşuyor olsa da aydınlanma meselesini parçalı incelemek daha rahat bir okuma sağlayacaktır. Örneğin: Fransa’da eşitsizliğin kökenleri sorgulanırken, İngiltere’de liberalizm, ‘Bireyciliğin’, ‘Irkçılığın’ ideolojisini yaratarak çoktan kendi ‘Samsalarını’ üretmeyi başarmıştır. Sosyal Darwinizm, birbirini acımasızca ısıran böceklerin yaratılmasının en önemli ideolojik yansımalarından biridir. Aydınlanmanın bir yüzü karanlık, diğer yüzü aydınlıktır…

Tekinsiz sokaklarda yürürken, artık soğukkanlılıkla yerde yatan cesedimizin yüzüne bakabiliriz. Avrupa’nın yeni bir uyanışa gebe olup olamayacağını söylememiz imkânsız. İşçi sınıfının bir sabah ansızın üzerine zorla geçirilen ‘Samsa’ kostümünü çıkarıp çıkarmayacağını tahmin edemeyiz. Avrupa’da 50’li yıllarda başlayan can çekişme, bugün artık entelektüel bir cesede dönüşmüştür. Ceset kokuyor ve kendiyle birlikte bulunduğu toplumu çürütüyor. Frankfurt Okulu’nun Sovyetler Birliği yerine ABD’ye göç etmesi büyük bir fırsat olabilirdi. Nitekim bu göç bize pek çok değerli kuramsal argüman vermiştir. Ancak verdiklerinin yanında getirdiği şey büyük bir yıkım ve çölleşme olmuştur. Amerika’nın yüzündeki maske sökülüp atılabilecek bir durumdayken, bu ırkçı devletten akıl almaz bir ‘demokrasi rüyası’ yaratılabilmiştir. 

Şimdi, rüyadan uyanırken Avrupa’nın düşünsel olarak dünyayı sürekli zehirlediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Çeviri eserlere boğulurken3, fikir üretimini boş bırakmamamız gerekiyor. Avrupa, düştüğü bu karanlıktan doğuda emarelerini gördüğümüz mücadele ve aydınlanma birikimiyle çıkabilir. Net bir örnek vermem gerekirse okuyucu Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno’dan okuduğu ‘Aydınlanma’ eleştirisini bir de Orhan Gökdemir’in kaleminden ve bakış açısından okumalıdır.

Avrupa’nın üstünlüğünü fetişleştirmiş ve birer ‘Samsaya’ dönüşmüşlerle kavga etmemizin zamanı geldi. Bu ırkçı ideolojinin dünyayı yaraladığını ve her geçen gün zamanı aleyhimize işlettiğini görmek zorundayız. Garip bir şekilde herkesin umutsuzluğa düştüğü topraklarda büyük bir umut görüyorum. Tam tersine herkesin yeni bir yaşamı kurguladığı topraklarda ise derin bir çöküş ve yalnızlaşma görüyorum. Avrupa kaderini tekrar eline alacaksa bunu doğuya bakarak gerçekleştirmek zorunda kalacak. Bu süreçte hegemonya gibi görülen diller doğal olarak etkilerini kademeli olarak yitirmeye başlayabilir. Ciddi bir altüst oluşun eşiğinde duruyoruz. Doğunun elindeki bu görünmeyen entelektüel birikim harekete geçirilmek zorunda. Ekonomik krizler, kapanan matbaalar buna engel olmamalı. Türkiye’nin önünde önemli fırsatlar var ve insanlığa örnek olabilecek bir atılımı gerçekleştirecek birikime sahibiz. Bu yüzden matbaaları işletmeli ve doğulu aydınların gece gündüz üretmelerinin önünü sonuna dek açılmalıyız. Gerçekleşecek bir devrim bunun başarılmasını sağlayacaktır. Avrupa’daki ceset kaldırılıp, layığıyla defnedilecekse işte bunu yapmak zorundayız.

  • 1. Jean Jacques Rousseau (Leo Damrosch/Leo Damrosch).
  • 2. Gökdemir, Orhan. (2017). Aydınlanma Tarikatı. İstanbul: Tekin Yayınevi.
  • 3. Eserlerin dilimize kazandırılması ve tüm bu tartışmalara yetişmemiz anlamında oldukça önemlidir. Bu yüzden bin bir emekle çeşitli eserleri Türkçeye kazandıran değerli çevirmenlere çok şey borçluyuz. Burada başka bir noktaya işaret ettiğimi çeviri kadar fikir üretmenin de önemli olduğunu belirtmeye çalışıyorum (Y.N).