"İYİP’in yeniden verilmesini istediği Atatürk ödülü, Cumhuriyet’in çökertilmesi hedefi üzerine kurulu 12 Eylül zihniyetinin kurduğu Türk-İslam sentezci yapılanmanın eklentilerinden biri..."

Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü kime vermeli? 

Şimdilerde ülkücü kökenlerine ricat eden İYİP tarafından geçtiğimiz günlerde Meclis’e sunulan bir araştırma önergesinde “Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nün yeniden verilmesi” talebinde bulunuldu. Araştırma önergesini veren ve partisi adına Meclis’te konuya dair açıklamalarda bulunan Kürşad Zorlu’ya göre “Türkiye Cumhuriyeti devletinin en önemli marka gücü” Mustafa Kemal Atatürk’tü ve bu ödülün yeniden verilmeye başlanması “Atatürk’e olan saygımızın bir gereği”ydi.

Bir kurtuluş savaşı yürütüp yeni bir devlet kurmuş bir lider için “marka” gibi tabirlerin kullanılması zırvalığını hızlıca geçerek esas sorularımızı soralım: İlk olarak, acaba sahiden de bu ödülün yeniden verilmeye başlanması “Atatürk’e saygının gereği” olarak görülebilir mi? Ve ikincisi, ödülle Atatürk’ün fikirleri ve tarihsel kişiliği arasında sahiden de bir ilişki var mı? 

Bu iki soruya da baştan ve çok net bir şekilde “hayır” yanıtını verebiliriz. Çünkü sözü geçen ödül, Türk-İslam sentezci 12 Eylül generallerinin bizzat Atatürk tarafından kurulan Türk Tarih Kurumu’nu ve Türk Dil Kurumu’nu “solcu yuvası” oldukları gerekçesiyle kapatıp yerine kurdukları ve Cumhuriyet düşmanı kadrolarla doldurdukları Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) adlı kurum bünyesinde ve yine 12 Eylül generalleri tarafından icat edilmiş bir ödüldür. 

Peki nedir AKDTYK, hangi saiklerle kurulmuştur? Bu soruya verilecek yanıt hem 12 Eylül’ü ve onun “Atatürkçülüğünü” hem de bugünlere gelmemizde antikomünizmin oynadığı rolü anlamak demektir.

Aydınlar Kulübü’nden Aydınlar Ocağı’na 

12 Eylül darbesinin ekonomik ayağında neoliberalizm varsa politik-ideolojik-kültürel ayağında da Türk-İslam sentezi vardı. Darbeciler bir yandan emek hareketini ve solu tasfiye ederken diğer yandan da “gençliğin sapık ideolojilere yönelmesini engelleyecek” projeler peşinde koşuyorlar, toplumun topyekûn sağcılaştırılması planları yapıyorlardı. İşte Türk-İslam sentezi bunun için bulunan formüldü ve Türk-İslam sentezinin devletin adı konulmamış resmi ideolojisi haline gelmesinde rol oynayan yapı da Aydınlar Ocağı’ydı.  

Aydınlar Ocağı, DP’nin iktidar olduğu 14 Mayıs 1950’ye atıfla 14 Mayıs 1970’de kuruldu. Ocağın ilk temelleri 27 Mayıs sonrası kurulan Aydınlar Kulübü’ne uzanıyordu. 1962’de kurulan bu kulüp özellikle Doğan Avcıoğlu’nun YÖN dergisinin Türkiye’nin düşünsel ve politik hayatı üzerinde soldan yarattığı etkiye karşı sağdan verilmiş erken bir tepkiydi ve milliyetçi-muhafazakâr fikriyata mensup kişilerle gençliği buluşturmayı hedefliyordu. Kulübün başkanlığını önce Süleyman Yalçın, ardından da Sabahattin Zaim üstlenmişti. Aydınlar Kulübü, faaliyette olduğu dört yıllık süre içerisinde Nihal Atsız, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu gibi Türk sağının farklı ekollerini temsil eden isimleri davet ettiği çok sayıda etkinlik düzenledi. 

Daha geniş kapsamlı bir örgütlenme faaliyeti ise Türkiye’de solun yükselişi için en kritik tarih olan 1965’ten sonra başladı. 1965’te milliyetçi-muhafazakâr öğrenciler tarafından ele geçirilen Milli Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde 1967’de “Birinci Milliyetçilik Kurultayı” yapıldı ve bunu 1969’daki  “Milliyetçiler İkinci Büyük Kurultayı Milliyetçiler İlmi Semineri” izledi. Her iki kurultayın başkanlığını da 1944 Irkçılık-Turancılık davasının önemli isimlerinden Zeki Velidi Togan’ın da öğrencisi olan Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu yaptı. 

Bu noktada Aydınlar Ocağı’nın ve dolayısıyla hem Türk-İslam sentezinin hem de AKDTKY’nın misyonunu anlamak açısından İbrahim Kafesoğlu’na biraz daha yakından bakmamız gerekiyor. 

Kafesoğlu, 60’lı yıllar boyunca üniversitedeki tarih kürsüsünde ders vermenin yanı sıra çeşitli yayın organlarında çok sayıda da yazı kaleme almıştı ve o yayın organlarından biri Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün (TKAE) dergisi olan Türk Kültürü’ydü. Sözü edilen enstitü ise 60’lı yıllarda kurulmuştu ve esas olarak bir Soğuk Savaş yapılanmasıydı. Şu An Fethullahçılıktan cezaevinde bulunan ve 12 Eylül öncesinde hem MHP’de hem MİT’te önemli görevler üstlenen Enver Altaylı, biyografisinde TKAE’nin kuruluşunda o dönemin MİT müsteşarı Fuat Doğu’nun büyük rol oynadığını ve başbakanlık örtülü ödeneğinden fonlandığını anlatır. TKAE’nin resmi amacı “dış Türkler” üzerine araştırmalar yapmaktır ama Doğu’nun ABD ve Almanya ile bağlantıları ve konjonktür hesaba katıldığında asıl amacın Sovyet coğrafyasına yönelik istihbarat faaliyetleri olduğu düşünülebilir.

12 Mart’tan 12 Eylül’e Aydınlar Ocağı 

Aydınlar Ocağı, özellikle Kafesoğlu’nun çalışmaları üzerinden 70’ler boyunca Türk sağına ideoloji üretmeye çalıştı; bu ise Ülkücü Hareket’in Atsız tarzı seküler Türkçülükten “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” konseptine geçişine paralel bir şekilde ilerliyordu. Ocak özellikle 1974 yılında “Milliyetçiler Birleşiniz” sloganıyla ve solla mücadele adına Birinci Milliyetçi Cephe’nin (MC) kuruluşunda önemli bir düşünsel rol oynadı. MC iktidarları özellikle eğitim alanında Aydınlar Ocağı üyesi akademisyenlerin üretimlerine alan açtılar ve ders kitapları laik-aydınlanmacı anlayıştan giderek uzaklaşarak Türk-İslam sentezci ideolojik metinlere dönüşmeye başladı; eğitim sola karşı verilecek mücadelenin en önemli alanı olarak görülüyordu çünkü. 

70’lerin sonuna doğru ise bir yandan TÜSİAD şahsında sermaye bir yandan ise Aydınlar Ocağı şahsında sağ entelijansiya darbeyi çağırmaya başladı. Sermaye mevcut birikim rejiminin sonuna gelindiğini görüyor, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi nedeniyle kâr oranlarını yeterince yükseltemiyor, yani sömürüyü yeterince derinleştiremiyordu. Sağ entelijansiyaya ise komünizmin iktidara yürüdüğünü düşünüyordu. Sermaye ile sağ entelijansiya arasındaki bağlantı noktası Turgut Özal oldu. Serbest piyasacılıkla muhafazakârlığın sentezinin somutlaştığı isim olarak Özal bir yandan patronlarla 24 Ocak Kararları’nın planlarını yapıyor, öte yandan da bu planları ilk kez Aydınlar Ocağı toplantılarında dile getiriyordu. Zaten 12 Eylül Anayasası’nın ilk taslağını da Aydınlar Ocağı üyeleri yazmışlardı. 

Darbe sonrası “bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen patronlarla Kenan Evren’e övgüler düzen Aydınlar Ocağı’nın 12 Eylül etrafında bir araya gelmeleri şaşırtıcı değildi; çünkü iki taraf da işçi sınıfı düşmanlığında, sol korkusunda ve antikomünizmde birleşiyordu. Darbeciler bir yandan ülkeyi sermayenin istekleri doğrultusunda neoliberalizme açarken bir yandan da Türk-İslam sentezini devletin adı konulmamış resmi ideolojisi yaptılar ve Aydınlar Ocağı mensuplarını bürokraside kritik görevlere getirdiler.

11 yıl önce bu köşede yayınlanan “Yeni rejim ve elitleri I” adlı yazımda bu görevlendirmeleri şöyle anlatmıştım: 

Ocağın genel başkanlığını yapan isimlerden Salih Tuğ İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne, üyelerden Ahmet Sonel Ankara Üniversitesi’ne, Ümit Akkoyunlu ise Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne dekan olarak atandılar. Ayhan Songar, Leyla Elbruz ve Zeynep Korkmaz ise TRT yönetim kurulu üyesi yapıldılar. Ocağın yakın çevresinde bulunan isimlerden Tarık Somer Ankara Üniversitesi rektörlüğüne, Erol Cansel Ankara Üniversitesi rektör yardımcılığına, Hikmet Tanyu Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığına, Erol Güngör Konya Selçuk Üniversitesi’ne Halil Cin ise Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nin rektörlüğüne atandılar. Bu isimler, YÖK’ün de yardımıyla, üniversiteye asistan ve öğretim üyesi olarak aldıkları binlerce kişiyle, Türkiye üniversitelerini baştanbaşa saran milliyetçi-muhafazakâr ve İslamcı kadrolaşmanın mimarları oldular.

Türk-İslam sentezinin Atatürkçülüğe darbesi: AKDTYK

İşte Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) da Türk-İslam sentezci Aydınlar Ocağı mensuplarının darbeciler tarafından istihdam edildiği bir yer olarak kuruldu. Miting meydanlarında elindeki Kuran’ı sallayıp anayasaya zorunlu din dersi konulacağı müjdesini veren Kenan Evren tarafından kurulan ve isminde Atatürk geçen bu kurumun yöneticileri aslında Atatürk’e de Cumhuriyet’e de nihai kertede düşmandılar, hem Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine hem de Cumhuriyet’in aydınlanmacı ve laik karakterine derin bir husumet besliyorlardı. İşte İYİP’in yeniden verilmesini istediği Atatürk ödülü, Atatürk diye diye Cumhuriyet’in çökertilmesi hedefi üzerine kurulu 12 Eylül zihniyetinin kurduğu bu Türk-İslam sentezci yapılanmanın eklentilerinden biriydi ve Mandela’nın kabul etmemesinin ardından Kenan Evren’in ödülü kendine verdirmesiyle, bir karikatür girişim olarak nihayetlendi. 

Ancak AKP döneminde daha da beterine tanıklık ettik; örneğin Fethullahçı çetenin iktidar olduğu dönemde Mümtazer Türköne gibi bir isim yönetim AKDTYK’nın yönetim kurulu üyeliğine getirilebildi. Bugün ise kurumun başında yine Türk-İslam sentezci diyebileceğimiz, uzmanlık alanı İran, Mevlana ve tasavvuf olan, Atatürk’le de Atatürkçülükle de uzaktan yakından ilgisi bulunmayan Derya Örs isimli bir akademisyen bulunuyor. Yani 12 Eylül’le başlayan süreç AKP döneminde her alanda olduğu gibi AKDTYK’da da devam ediyor. 

Bizim için ise esas mesele şu: Bugün 12 Eylül’ün açtığı kapılardan girerek devletleşen siyasal İslamcılarla, 12 Eylül için “fikirleri iktidarda kendisi içeride bir hareketiz” diyen ülkücüler ülkeyi birlikte yönetiyorlar, yani Türk-İslam sentezi artık mutlak iktidar. Buradan 12 Eylül’ün icat ettiği bir ödülün yeniden verilmesini isteyen hamasi bir 12 Eylül Atatürkçülüğüyle çıkılamayacağı gibi, emek mücadelesi ile laiklik mücadelesini birleştirmeyen, yani 12 Eylül’ün felsefesini karşısına almayan bir anlayışla da çıkılamaz. 

Türkiye’nin uzun 12 Eylül’ü sürerken, 12 Eylül’ün asıl muhatabı olan Türkiye solu, emeğin sömürüsüyle din sömürüsünü sentezleyen 12 Eylül’ün uzantısı bu rejimin karşısına ya bir ayağını Cumhuriyet’in kazanımlarının savunulmasına diğer ayağını da emek mücadelesine basarak çıkacak ve güçlü bir siyasi özne haline gelecek ya da 12 Eylül karanlığı rengini daha da koyultarak yoluna devam edecek.