''İktidar zengin Arapları, şeriatçı Arapları, cihatçı Arapları seviyor... Batı’nın Arap dünyasındaki en büyük yıkım projelerine ortak olan Türkiye İslamcılığı sahiden 'Arap sevici' olabilir mi?''

Arap seviciliği

Fay hatları enerji biriktirdikleri yerden kırılırlar ve aynısı siyasal, toplumsal fay hatları için de geçerlidir. Türkiye’nin siyasal ve toplumsal fay hatlarında bir süredir iktidarın dinselleşme politikalarına karşı “seküler milliyetçilik” adlı bir enerji birikmesi yaşanıyor ve şimdilerde bu birikme gözle görülebilir bir niteliğe kavuşuyor. Pazar günkü İsrail protestosu müsameresi sonrasında bir hilafetçinin milliyetçi duygularla yetiştirildiğini söyleyen bir genç tarafından “Arap sevicilik yapmayın” diyerek yumruklanması da Suudi Arabistan’daki süper kupa finali vesilesiyle yaşananlar da bu birikmenin açığa çıkışıdır.

İktidar için Filistin meselesi ilk günden itibaren dinselleşmeyi koyultmak ve tabanı tahkim etmek için bir araç olarak görüldü. İhracat fetişizmi üzerine kurulu Türkiye kapitalizminin bir sonucu olarak sermayenin gemileri, tankerleri her gün sefer sefer İsrail’e yük taşırken aksi zaten kaçınılmazdır. İktidar İsrail’le ilişkilerini hiçbir şekilde kesemez ama içeride İsrail karşıtlığını körüklemek zorundadır; rejim inşası için bu bir zorunluluktur çünkü. 

Bunun sonuçlarından biri yine pazar günkü mitingde görüldüğü üzere tarikat ve cemaatlerle birlikte şeriatçı yapılanmaların görünürlüğünün artması, buradan kendilerine yeni alanlar açmaları, tevhid bayrağıyla hilafet çağrısında bulunmaları ve bu çağrıyı meşrulaştırmaya çalışmaları oldu. Filistin meselesi, AKP’nin doğrudan dile getiremediklerinin başkaları tarafından söylenmesi ve İslamcılığın bilinçaltının açığa çıkması için bir araç olarak görüldü yani ve halen kullanılmaya devam ediyor.  

Filistin meselesinin dinselleşme adına araçsallaştırılmasının sonuçlarından bir diğeri ise sığınmacı/göçmen meselesi üzerinden yıllardır biriken öfke ve hıncı arka plana yerleştirdiğimizde daha iyi anlaşılacağı üzere, seküler milliyetçilik adını verdiğimiz tepkiselliğin daha da büyümesi oldu. İktidar Filistin halkının yaşadığı büyük trajediyi kendi rejim inşasına tahvil edip bunun üzerinden propaganda yaptıkça ve İslamcılığın dozajı yükseltildikçe, buna verilen milliyetçi tepki kendisini Filistin sorununu görmezden gelmek, hatta kimi örneklerde görüldüğü gibi İsrail’in yanında hizalanmak şeklinde gösterdi.   

Ancak yaşananlar bununla sınırlı kalmadı; seküler milliyetçiliğin bu yeni versiyonu kendisini esas olarak sığınmacı/göçmen meselesi üzerinden var ettiği ve siyasal alandaki temel karşıtlığı “Türklük-Araplık” ikiliği üzerine kurarak iktidarın izlediği dinselleşme politikalarını yanlış bir şekilde “Araplaşma” olarak adlandırdığı için Türkiye’de daha önce hiç rastlanmamış bir Arap düşmanlığı ve buna bağlı bir ırkçı söylem toplumun geniş kesimlerinde yaygınlaşıp sıradanlaşmaya başladı. 

Riyad’daki süper kupa finalinin iptali sonrası yaşananlar da Türkiye’nin siyasi ve toplumsal fay hatlarında nasıl bir enerjinin birikmekte olduğunu göstermesi açısından önemliydi. İktidar, Cumhuriyet’in 100. yılı gibi sembolik bir tarihe denk düşmesine rağmen bu maçı Arap sermayesi ile kurduğu akçeli işler adına Riyad’da oynatmaya kalkınca olanlar oldu. Suud rejimi kulüplerin Atatürk sembolizmini “siyasi” olarak değerlendirdi ve adeta “size monarşiyle yönetilen bir ülkede Atatürk ve Cumhuriyet propagandası yaptırmayız” dedi, kulüpler de muhtemelen rejimin taleplerine boyun eğmenin ülkeye dönüşte yaratacağı tepkiden çekinerek maça çıkmadılar. 

Türkiye toplumunda Atatürk’ün giderek iktidara karşı sığınılacak tek ve son sığınağa dönüşmesi, Cumhuriyet’e ve laikliğe yönelik saldırıların yarattığı etki, yaşanan ekonomik kriz, dolar karşılığı verilen vatandaşlık, kapatılan arsalar-araziler, Arap şeyhlerinin petro-dolarlarıyla burada da saltanat sürmesi, sığınmacı/göçmen meselesi… Tüm bunların bir araya gelmesiyle yaşanan toplumsal sıkışma halinin bir yerlerden patlaması kaçınılmaz ve hem süper kupa finali vesilesiyle yaşananlar hem de pazar günkü yumruk, gidişatın nereye doğru olduğuna dair ciddi işaretler, ipuçları veriyor bize. 

Bir öfke birikmesi, bir sıkışmışlık hali, kırılma potansiyeli artan fay hatları, evet tamam bunları görebiliyoruz ama öfke doğru yere mi yöneliyor, öfkenin muhatapları doğru mu? 

Bu soruya yanıt verebilmemiz için önce başka şeyler sormamız gerekiyor: İktidar, gerçekten “Arap sevici” mi, tüm bu yaptıklarını Arapları sevdiği için mi yapıyor, başımıza gelenlerin nedeni iktidarın Arap seviciliği mi? 

Hayır, iktidar “Araplar”ı sevmiyor; iktidar zengin Arapları, şeriatçı Arapları, cihatçı Arapları seviyor. Irak’ın işgali için ABD’yle at pazarlığı yapan, Libya’da Kaddafi’nin devrilme operasyonuna dâhil olan, dünyanın dört bir yanından gelen cihatçıları Suriye’nin başına bela eden, yani Batı’nın Arap dünyasındaki en büyük yıkım projelerine ortak olan Türkiye İslamcılığı sahiden “Arap sevici” olabilir mi? 

Düne kadar Filistin meselesini sahiplenmeyen, bugün sahiplendiğinde ise onu uyduruk bir “haçlı-hilal savaşı”na indirgeyerek Filistin halkına en büyük zararı veren, yaşanan büyük trajediden kendi bekası için malzeme çıkarmaktan başka bir derdi olmayan, o kadar esip gürlediği halde ne Kürecik radar üssünü kapatan ne de İsrail’e ihracatı durduran bu iktidar sahiden Arapları seviyor olabilir mi? 

Bugün Türkiye’de milyonlarca Arap göçmen ve sığınmacı var doğru ama bunun nedeni bizzat bu iktidarın yeni-Osmanlı hayalleriyle Suriye’yi yakıp yıkması değil mi? Buraya göçen milyonlarca insanı Avrupa’ya karşı “kapıları açar salarım ha” diyerek şantaj malzemesi olarak kullanan ve patron sınıfının ucuz emek deposu olarak gören, asgari ücretin dahi altında, sigortasız, güvencesiz bir emek rejimine mahkûm eden AKP’nin yaptığı şey Arap seviciliği midir sahiden de? 

Tekrar edelim, Türkiye İslamcılığı Arapları sevmiyor, zengin Arapları, petrol şeyhlerini, kralları, prensleri, Arap petro-dolarının Türkiye’ye gelme ihtimalini, yaptığı swap anlaşmalarını, vatandaşlık karşıtlığı konut-arsa-arazi satışı yapmayı, cihatçılığı, İhvancılığı, hilafetçiliği seviyor. 

Yani burada da Türkiye’nin sermaye düzenin çıkarlarıyla İslamcı rejimin çıkarlarının sentezi karşımıza çıkıyor, piyasacılıkla dincilik bu başlıkta da birlikte hareket ediyor. Türkiye’nin ucuz emek, ucuz TL, yüksek faiz, yüksek enflasyon, güvencesiz çalışma üzerine kurulu emek cehennemi, İslamcılığın sopasına da tevekkülüne de, Arap şeyhinin parasına da Suriyeli tekstil işçisinin ucuz emeğine de mecbur çünkü.

İşte bu yüzden “Araplaşma” da “Arap seviciliği” de yok karşımızda; dinselleşme var, fiili şeriat rejimi arzusu, hilafet hayali var. Tehlikenin kökü esas olarak dışarıda değil; tam olarak burada, içeride. Çünkü emek sömürüsüyle din sömürüsünü iç içe geçirmiş, Türkiye kapitalizminin güncel ihtiyaçlarının belirlediği bir siyaset anlayışıyla yönetiliyor bu ülke. Bu yüzden de bizim düşmanımız “Araplar” değil; bizim derdimiz milyonları açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm eden bu sömürü düzeniyle ve onun üzerine örtülen dinselleşme örtüsüyle. Bizim derdimiz şirketler, holdingler, bankalar palazlansın diye toplumu dinle, hilafet hayalleriyle, Osmanlı fantezileriyle uyutanlarla.

Arap düşmanlığı, seküler milliyetçilik, ırkçılık, faşizmin herhangi bir versiyonu… Adı ne konulursa konulsun, bunların hiçbiri ne bu sömürü düzeninin karşısına sahici bir şekilde çıkabilir ne de Cumhuriyet’in kazanımlarını, laikliği, aydınlanmayı hakkıyla savunabilir. Karanlığın karşısına başka bir karanlıkla çıkılmaz, karanlık karanlığı yenemez, sağcılığın İslamcı versiyonuyla sağcılığın milliyetçi versiyonuna sarılarak baş edilemez; esas olan emek mücadelesiyle aydınlanma mücadelesini bir araya getirmek, her türden karanlığın karşısında durma iradesini göstermektir, bu ise solun işidir, bunu ancak devrimciler, sosyalistler yapabilir.