Bizim kapımızı  çaldığı gündeki Adalet Hanım var şimdi aklımda. Hep öyle kalsın. Ne yazık, yürüyüşümüz içinde tutamadık. Yazarlığında nasıl sürekli bir arayış içindeyse, büyük ve ortak bir yürüyüşün parçası olmayı da arıyordu. Ortaklaşmayı süreklileştiremeyince, sadece o değil biz de bunu beceremeyince, kurda kuşa yem oldu demeye dilim varmıyor ama, zaman zaman oralara kadar ulaşabildi savrulmaları. 

Adalet Hanım

Daha önce birçok kez, birçok insana anlatmışımdır; yazdığım da oldu mu, galiba olmadı.

Bizim Yürüyüş dergisinin bürosu, Ankara Konur Sokak’ta, Mülkiyeliler Birliği’nin biraz ilerisinde, küçük bir apartman dairesiydi. O sıralar çalıştığım işyerine yakındı. Öğle paydoslarında, denk düşürebildiğimde gider, işlerin bir ucundan tutmaya çalışırdım. 

O gün de öyle denk düşürmelerimden biriydi. Hatta, öğle paydosu bittiği halde, biraz kaytarmış ve süreyi uzatmıştım. İçerideki iki odadan birinde, şimdi ne olduğunu hatırlamam imkânsız bir işi üç beş dakika içinde bitirmeye uğraşıyordum. Nasıl hatırlayabileyim ki,  aradan geçen süre 45 yıla yaklaşıyor. 

Kapının zili çaldı. Çalışma odaları denebilecek iki odanın girişindeki küçük holde genç arkadaşlar vardı; ya yarenlik ediyorlar ya da o günkü gazetelerden işaretlenmiş kupürleri keserek arşivliyorlardı, O zamanlar bu iş böyle yapılırdı.. Onlardan biri açtı kapıyı.

Bir kadın sesi işittim. “Merhaba, ben Adalet Ağaoğlu. Mesut Odman’la görüşebilir miyim?” diyordu. Hemen kalkıp seğirttim kapıya doğru.

Annem yaşlarında, ufak tefek, sevimli bir kadın. Sanki biraz tedirgin, bir şeyden çekiniyor.

“Buyrun,” demiştim, “buyrun benim, girsenize.” Elimi de uzatmışımdır herhalde, tokalaşmak için. 

İki çalışma odasından birine geçmiştik. Bir iki küçük  masa vardı. Üstü fazla kalabalık olmayana buyur etmiştim. Çocuklar yeni çay demlemişlerdi. Birer bardak getirip bıraktılar masanın üstüne.

Aslında, bu saatlerde burada olmam, işyerime dönmüş olurum. Bugün biraz uzadı buradaki işler. Ne güzel rastlantı! Demek sizinle tanışacakmışım.

Bunlara benzer sözler söylemişimdir kesinlikle. Tam hatırlamıyorum.

Adalet Hanım’ın ikinci romanı Fikrimin İnce Gülü yeni yayımlanmış, ben de onunla ilgili bir yazı yazmıştım derginin son sayısında. Haftalık olduğuna göre, anlaşılan, yazının yayımlanışından sadece birkaç gün sonra kalkıp gelmişti.

Beni çok genç bularak şaşırmış mıydı, yoksa belleğim mi öyle kaydetmiş? O günden beri hep böyle hatırlarım çünkü. Bunu açıkça söylemişti belki de. Hemen ilk cümleleri arasında ya da konuşmamız başladıktan üç beş dakika sonra. Bunların herhangi biri olabilir. Emin değilim.

Romanıyla ilgili bir eleştiri yazısının esas olarak siyasi dergi niteliğindeki bir yayında yer alması onu ilgilendirmiş, sanırım biraz da şaşırtmıştı. O yazıyı yazanla tanışmak, bazı itirazlarını dile getirmek istemişti. Ancak, benim gitme zamanımın gelmiş olması, söyleşiyi derinleştirme imkânı vermiyordu. Yeniden buluşup konuşmak üzere ayrıldık.

Yeniden buluşup konuşmalarımız bir süre Adalet Hanım’ın Kavaklıdere’de, İlbank kooperatifindeki evinde devam etti. Çok nazik bir ev sahibesiydi. Kendi eliyle yaptığı lezzetli keklerden, kurabiyelerden ikram ederdi. Eşi Halim Bey bazen erken gelir, ancak bizi rahatsız etmemek kaygısıyla bir merhabadan sonra odasına çekilirdi. Mühendisti Halim Bey. Epeyce karayolculuk yaptıktan sonra, Planlama’da ulaştırma sektör uzmanı olmuştu. Bizim Yalçın Hoca ile tanışıklığı da oradan geliyordu hatırladığım kadarıyla.

Adalet Hanım ile o söyleşilerimizde en çok Gabriel Garcia Marquez üzerine konuştuğumuz aklımda kalmış. Marquez’in romanları o sıralarda art arda dilimize çevrilip yayımlanıyordu. Kolombiyalının ustalığı bir yana, çok farklı bir yazar olduğu konusunda düşüncelerimiz benzeşiyordu.

Sonraki günler onun hızla politikleştiğini izledik, diyebilirim. Sözgelimi, 1973’te Şili’deki ABD destekli faşist darbenin zulmünden kurtulabilmiş devrimci müzik gruplarının Avrupa’ya, o arada Türkiye’ye gelerek gerçekleştirdikleri konserlerde katkılarda bulundu. Türkiye İşçi Partisi tarafından düzenlenen, siyasal yanı ağırlıklı etkinliklerdi bunlar.

O sıralarda yeni başlamış ve 1976 ile 1978 yılları arasındaki “karşı plan” çalışmamızın kültür ve sanat alanıyla ilgili toplantılara, tartışmalara da katıldı. Yazıktır, o çalışmanın raporunun plan kitabında yer almasını sağlayamadık. Bu durum, kuşkusuz onunla ilgili değildi; o çalışmanın sorumluları olarak kendimiz içindir bu yazıklanma. 

Basımı 1979 yılında gerçekleştiğine göre, o dönemde, Bir Düğün Gecesi adlı romanını da yazıyor olmalıydı. Bence iyi bir roman olan bu kitap konusunda aynı yılın Ekim ayında çıkardığımız Sosyalist İktidar dergimizin ilk sayısında övgü dolu bir yazı yazmıştım. Bizim Yalçın Hoca’ya sorulursa, o Ölmeye Yatmak’tan yana oyunu kullanmıştır hep.  Bense ikisinin de çok iyi romanlar olduğunu düşünmüşümdür. 

Seksenlerin ortalarına doğru Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a yerleşti Adalet Hanım. O arada,  gülünç mü demeli acıklı mı, şöyle bir olay da geldi başına: Fikrimin İnce Gülü’nün dördüncü basımını toplattı 12 Eylül paşaları. Askerliğin şerefini, namusunu aşağılama benzeri bir gerekçeyle yargılandı. Aklanması birkaç yıl kadar sürdüydü.

Sonraki yıllarda, sağlığı bozulmaya başlamıştı. Bunda doksanların ortasında geçirdiği ağır trafik kazasının da etkisi olmuştur mutlaka. İstanbul’da kıyıda yürürken bir otomobil çarpıp onu denize yuvarlamış; iki yıl kadar hastanede yatmak zorunda bırakmıştı.

Onunla en son, İstanbullu olduktan sonraki bir zamanda, Ankara’da yakın arkadaşı olan bir kitapçıdaki imza gününde karşılaşmıştık. Uzamış imza kuyruğunun sonuna eklenerek sıramın gelmesini beklemiş, önümdeki okurun kitabını imzaladıktan sonra “sizin adınızı ne yazayım…” diye başını kaldırdığında beni görüp tanımıştı. Çok sevindiği belliydi. Ama hemen dönmek zorunda olduğundan akşam için bir buluşma ayarlayamamıştık. 

Bu son görüşmemiz oldu.

Ben hep Adalet Hanım dedim; o bana hiç bey demedi, adımla seslendi. Ne öyle abla muhabbeti vardı aramızda, ne canım şekerim cıvıklığı. Saygılı bir uzaklık, ama resmiyetin soğukluğuna izin vermeyen bir içtenlik…

Sözgelimi, devrimci argo denebilecek bir deyişi kullanmama izin verilirse, ben hiç “ajite çekme”ye yeltenmedim. O da ne yetersiz olduğu konuları gizlemeye kalkıştı, ne de herhangi bir bilgiçlik gösterisine girişti. Birbirimizi tanımaya, tanıdıkça dost olmaya, dost oldukça bir büyük yürüyüşte ortaklaşmanın yollarını bulmaya çalışan iki insandık.

Bizim kapımızı  çaldığı gündeki Adalet Hanım var şimdi aklımda. Hep öyle kalsın. Ne yazık, yürüyüşümüz içinde tutamadık. Yazarlığında nasıl sürekli bir arayış içindeyse, büyük ve ortak bir yürüyüşün parçası olmayı da arıyordu. Ortaklaşmayı süreklileştiremeyince, sadece o değil biz de bunu beceremeyince, kurda kuşa yem oldu demeye dilim varmıyor ama, zaman zaman oralara kadar ulaşabildi savrulmaları. 

Diyeceğim, bizim de kabahatimiz vardır. Biz derken, kendi sorumluluğumu temize çekmemekle birlikte, tek tek kişilerden ya da onlardan oluşan bir toplamdan çok, bir kolektiften beklenmesi gereken örgütlülüğü anlatmak istiyorum.

Her ne kabahat işlediysek de onun romanları, öyküleri, oyunları edebiyatımızın kazanımları arasında olmaya devam edecek.

Bir de, bir de, benim umarsız belleğimin sağlam bir köşesinde, sesinin titremesini önleme çabası pek işe yaramayan, “Merhaba, ben Adalet Ağaoğlu” diyerek çat kapı yürüyüşe gelmiş bir kadının görüntüsü…