Kaderimizi ve geleceğimizi sarayda alınan kararlara ve sarayda gerçekleşen güç mücadelelerine bağlamayacaksak, kendi kaderimizin efendisi olmaktan korkmamamız, kaçmamamız gerekmektedir.

2 gün aç kalsak ölür müydük?

Elbette ki ölmezdik ama mesele bu değil; öncelikli olarak bakılması, odaklanılması, konuşulması gereken şey, bu soru da bu soruya verilecek yanıt da değil; çünkü meselenin bu soruyla da verilecek yanıtla da uzaktan yakından bir alakası bulunmuyor. Buraya odaklanmak, meseleyi bunun üzerinden tartışmak ve anlamaya çalışmak, bizi meselenin özünden ve hakikatten uzaklaştırmaktan ve görülmesi gereken şeyi görmemizi engellemekten başka bir iş anlam taşımıyor.  

Mesele, çok istisnai bir nitelik taşıyan ve her türlü belirsizliğe açık bir uygulamayı, yani sokağa çıkma yasağını, olanca öngörüsüzlüğü ve sorumsuzluğuyla yasağın başlamasından sadece iki saat önce ilan eden ve kısa süreli de olsa son derece ciddiye alınması gereken bir toplumsal infiali, karmaşayı ve kaosu tetiklemeyi başaran, halk sağlığını büyük bir tehdide ve tehlikeye maruz bırakan aklın ta kendisi.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplum haftalardır daha önce hiç yaşamadığı yepyeni bir şeyi yaşıyor, savaş ya da doğal afete benzemeyen bir tehditle mücadele etmeye, tüm hayatını ve alışkanlıklarını bu tehdide göre biçimlendirmeye çalışıyor, yeni korkular, yeni kaygılar ediniyor, yeni bir krizi tecrübe ediyor. Sadece virüs bulaşmasından kaynaklı korkular, kaygılar da değil bunlar üstelik; “sosyal mesafe”den kaynaklı yalnızlık duygusundan “sosyal devlet”in yokluğundan kaynaklı işsizlik korkusuna, belirsizlik ve güvensizlik hissine, geçim sıkıntısının tetiklediği bunalımlara, depresyonlara kadar uzanan çok boyutlu bir kriz halinin içerisindeyiz toplum olarak. 

Böylesine belirsizlik, kaygı ve korku yüklü bir atmosferde, toplumun daha önce karşılaşmadığı böylesine çok boyutlu bir kriz konjonktüründe, dünyanın neresinde olursa olsun bu şekilde ilan edilen bir sokağa çıkma yasağı kararı, benzer olaylar zincirini tetiklerdi, benzer bir tabloyu yaratırdı, insanlar her yerde benzer tepkileri verirlerdi. Buna bir de salgının yönetilemiyor oluşunu, çıplak gözle dahi görülebilen koordinasyon eksikliğini, yaşanan zafiyeti, zamanında alınmayan tedbirleri, insan hayatını ve halk sağlığını hiçe saydığını bildiğimiz zihniyeti ekleyelim, o akşamın psikolojisini de, sosyolojisini de gayet rahat anlayabiliriz. 

Düne kadar “bunlar halka bidon kafalı dediler, göbeğini kaşıyan adam dediler” demagojisinden beslenenler, siyaseti bunun üzerine kuranlar, kendilerini milletin asli temsilcisi olarak sunanlar, günlerdir, bir grup akılsız orta sınıf “muhalif”in öfkelerini olayın sorumlularına değil de sokağa çıkanlara yöneltmesinden kaynaklı desteği de arkalarına alarak halka saldırıyor ve anlaşılması aslında gayet rahat olan bu hakikatin üzerini örtmeye çalışıyor. “İki gün aç kalsanız ölmezdiniz” ortaklaşması, ne yapacağını bilmez bir halde, endişe ve korku içinde elindeki bisküvi paketiyle market kuyruğuna girmiş insanları karikatürize edip hedef tahtasına oturtuyor, bu ise alınan kararın akıldışılığını, bu akıldışı kararı alanların sorumluluğunu ve kararın yarattığı sonuçları görünmez kılıyor, konuşulamaz ve eleştirilemez hale getiriyor.

***

Oysa tam olarak bunu konuşmamız gerekiyor; çünkü “iki gün aç kalsanız ölmezdiniz” diye küçümsenen şey, sadece birkaç saate sığmasına rağmen, tetiklediği olaylar zinciriyle bir illüzyonu kısa devreye uğrattı ve hakikatin üzerine örtülen örtüyü kaldırıp onu olanca çıplaklığıyla görünür kıldı. Cuma gecesi yaşananlar, hem rejimin hem de rejimin salgın yönetiminin karakteristiğini, inşa edilen rejimle rejimin salgına bakışı arasındaki ilişkiyi, salgınla mücadelenin sınırlarını ve tüm bunların nasıl bir yönetme krizini beraberinde getirdiğini gözler önüne serdi. 

İlk olarak, rejimin dinsel niteliğinin en başından beri salgınla mücadelenin yöntemini ve sınırlarını belirlediğini söylememiz gerekiyor. Umreden dönenlerin karantina altına alınmamasından tutun da toplu ibadetin yasaklanmamasına kadar, atılması gereken adımları attırmayan, alınması gereken önlemleri aldırmayan şey tam olarak bu nitelik oldu. Bu adımlar mecburen atıldıktan, önlemler mecburen alındıktan sonra ise bu sefer de geceleri cami minarelerinden ve gelen boş sokakların üzerinde yükselen dua sesleriyle şehirler adeta devasa bir mezarlığa dönüştürüldü. Rejimin genel olarak akıl ve bilimle kurduğu ilişki bir yana, “sosyal devlet”in yokluğundan ve “sosyal mesafe”den kaynaklanan bütün korku, kaygı ve endişeler için bulunan çare de tıpkı daha önce olduğu gibi bir kez daha din oldu, bir kez daha “ruhsuz bir dünyanın ruhu, kalpsiz bir dünyanın kalbi” yardıma çağrıldı. 

İkinci olarak rejimin neo-liberal, piyasacı karakterine bakmamız gerekiyor. Sokağa çıkma yasağının sadece hafta sonuyla sınırlı tutulmasına ve daha önce yapılan “çarkların dönmesi gerekiyor, önceliğimiz üretim ve ihracat” açıklamalarına bakarak salgın yönetiminin sınırlarını belirleyen şeyin piyasa rasyonalitesi olduğunu görebiliyoruz. Bir yandan ardı ardında sermayeyi koruyucu paketler hazırlanır, ücretsiz izni hukuki statüye kavuşturan, grev ve toplu sözleşme hakkını ise askıya alan yasal düzenlemeler yapılır ve krizin yükü artan oranda çalışanların sırtına yıkılırken, öte yandan Türkiye kapitalizminin bekasıyla hastalanabilecek ve ölebilecek kişi sayısının karşılaştırılmasına dayalı bir fayda-maliyet analizi süreci yürütülüyor ve kaçınılmaz noktaya gelene kadar genel bir karantina uygulamasına gidilmesi reddediliyor. Bu nedenle de “virüs hafta içi yayılmıyor mu” gibi soruların iktidar nezdinde herhangi bir karşılığı bulunmuyor. Çalışanların her sabah otobüse, metroya, işçi servislerine binmeye, işlerine gitmeye ve çarkları döndürmeye devam etmesi gerektiği söyleniyor, çarkların dönüşü için bir kısmının feda edilmesinde ise herhangi bir sakınca görülmüyor. 

Ve üçüncüsüne, rejime karakteristiğini veren üçüncü olguya, yani “saray-merkezli siyaset”e baktığımızda da salgın yönetiminin niteliğini ve sınırlarını görebiliyoruz. Muhalefetin bilinçli olduğundan asla şüphe duymamamız gereken pasifist tutumu, Meclis’in egemenliğin kaynağı ve siyasal mücadelenin gerçekleştiği asli mekân olmaktan çıkması, sokağın devre dışı kalması gibi faktörler, siyaseti kaçınılmaz bir şekilde saray-merkezli bir hale getiriyor ve saray, güç ilişkilerinin ve mücadelelerinin somutlaştığı, gerçekleştiği mekâna dönüşüyor. 

Gücün tek bir kişinin elinde toplanması, son derece ironik bir şekilde, feodalite benzeri bir siyasi konfigürasyonu beraberinde getiriyor ve Pelikan’ıyla, MHP’siyle, Aydınlıkçısıyla, tarikatçısıyla, eski rejimin “kılıç artıkları”yla, çeşitli hizip ve kliklerden oluşan “saray halkı”, iktisadi ve siyasi rant üzerine bir hâkimiyet mücadelesi veriyor. “Padişah” ise en tepede bu mücadeleyi izliyor, bazen taraflardan birine, bazen ötekine yanaşıyor, bazen tavizler veriyor, bazen kelleler alıyor, tüm bunları yaparken de aynı zamanda “hakem” ve “nihai karar verici” rolüyle son derece kırılgan bir niteliği bulunan bu rejimin denge ve istikrar unsuru olma rolünü üstleniyor.

Rejimin bu hem “tekçi” hem de çok ittifaklı, çeşitli hiziplerden ve kliklerden oluşan yapısı, kaçınılmaz olarak karar alma süreçlerini de etkiliyor ve bu da doğrudan salgın yönetimine yansıyor. Muhalefet belediyeleri başta olmak üzere ittifak dışında kalanların salgın yönetimi sürecine dâhil edilmemesini de, son sokağa çıkma yasağı kararının alınış biçimini de, karar sonrası yaşanan istifa hadisesini de, istifanın bir kez daha gözle görülür kıldığı çatlağı da bunun üzerinden okumak gerekiyor. Yaşanan koordinasyon eksikliği ve zafiyet, yani krizi yönetmeme hali, beceriksizlikten ziyade rejimin bu sözünü ettiğimiz niteliğinden ve yapısından kaynaklanıyor. Sokağa çıkma yasağı ve sonrasında yaşanan gelişmeleri, kadir-i mutlak bir iktidarın toplumu hizaya çekmek için sergilediği bir müsamere olarak değil, iktidar hizipleri arasındaki güç dengesinin sarsılmasına, rejimin zafiyetlerinin ve kırılganlığının somutlaşmasına, güç ve hegemonya kaybının gözle görülür hale gelmesine ve rızanın yerini giderek zora bırakmasına işaret eden bir hadise olarak okumak, bunun üzerinden bir siyasal pozisyon almak gerekiyor. 

***

Siyasetin giderek sarayda ve kapalı kapılar arkasında icra edilir hale geldiği, siyasal mücadelenin ise saray içi aktörlerin kendi aralarındaki siyasal ve iktisadi rant kavgasına indirgendiği bir tablodan halk yararına bir şey çıkmayacağı, bunun Korona’yla birlikte derinleşen ve toplumun geneline yayılan korku ve endişeleri, güvensizlik ve belirsizlik hissini besleyip büyüteceği açıktır. Tarih boyunca dünyanın her yerinde saray ve halk siyasal mücadelenin iki tarafını oluşturmuş, sarayın çıkarları ile halkın çıkarları arasındaki ilişki uzlaşmaz bir nitelik taşımıştır. Bugün de sadece maddi çıkarlarımız değil, akıl sağlığımız ve insani varoluşumuz, kaderimiz bu ikisi arasındaki çatışmayla belirlenmektedir. Kaderimizi ve geleceğimizi sarayda alınan kararlara ve sarayda gerçekleşen güç mücadelelerine bağlamayacaksak, kendi kaderimizin efendisi olmaktan korkmamamız, kaçmamamız gerekmektedir. Saray siyasetinin karşısına gerçek anlamda bir halk siyaseti koymak, sarayın çıkarlarının karşısına halkın çıkarlarıyla çıkmak, sarayın iradesine karşı halkın iradesine dayalı bir siyaseti ortaya koymak kendi ellerimizdedir ve bu bir ütopya, bir hayal değil, güncel hakikatimizdir.