Turizmin gözden kaçan yüzü

Ülkenin önemli döviz kaynaklarından biri olarak görülüp desteklenen turizmin arka planında neler var? Emekçilerin hali ne, uluslararası sermaye neler yapıyor? Bir bakalım...

Cemil Fuat Hendek

Geçenlerde bazı gazetelere çıkan “savaş turizmi” çoğu okuyucuyu dehşet içinde bıraktı. Kapitalizmin yaşamın her alanını sermayenin sömürü ve talanına açarken, aynı zamanda nasıl çürüttüğüne sadece basit bir örnekti o haber. Bin yılların seyahat kültürü, sonunda halkları kan, gözyaşı, esaret ve sefalete boğan savaşı “eğlence-dinlence-hoş vakit geçirme” haline getirilerek satışa sunuluyordu. Sadece bu uç örnek mi? Yazı uzunca ama, alın size turizmin tüm süslerden arındırılmış içyüzü.

Türkiye'de turizm, yıllardır hükümetlerin, sözde ülkenin en önemli döviz kaynaklarından biri olarak destek verdikleri bir sektör. Birçok yan endüstriyi ve tarım sektörünü de hareketlendirerek ülke ekonomisine çok büyük girdiler sağlıyor(muş); böylece açılan çok sayıda işyeriyle geniş bir istihdam oluşturuyor(muş), döviz getirisi de malum. Ne var ki, madalyanın arka yüzünden bahseden yok.

Nereden başlamalı ki?

Tabii ki, önce işçiden başlanacak

Turizm sayesinde açılan işyerleriymiş... En yüksek istihdam sayılarını yakalayan sektörmüş... Dünya yüzünde emek sömürüsünün en yaygın olduğu sektörlerden biridir turizm! Türkiye’de de bu alanda on binlerce insanın sözleşmesiz, sigortasız çalıştırıldığını, bunların günlük çalışma saatlerinin 15-16 saate dayandığını, hâttâ bu sınırı bile aştığını sadece bu sömürü çarklarına düşmüş olanlar mı biliyor? Topluca kiraladıkları barakalarda birkaç saat kıvrıldıktan sonra uykusunu alamadan işine koşan ve yorgunluktan ayaklarını sürüyen işçiler...

Mevsimlik işçi çalıştırma yönteminin bu sektörün en yaygın istihdam politikası olduğu kimsenin bilgisi dahilinde değil midir? Ağır koşullarda çalışarak geçen aylardan sonra sudan bir bahaneyle kovulan, biraz daha nazik olan çevrelerde “işinize son verildi” sözcükleriyle işini kaybeden kaç insan oluyor her mevsim sonunda acaba? Bu işten çıkarma yönteminin en nazik söylemi ise “Eh, mevsim sonu geldi; gelecek yaz görüşmek üzere” cümleciğidir. Ve ne şekilde ifade edilirse edilsin, sonuç değişmez. Mevsim döner, iş biter.

Hükümetin işçi ve sendika düşmanı politikasının da ötesinde, böylesi çalışma koşullarında sendikalaşma, örgütlü mücadele de tabii çok zor. Dahası, çok düşük ücretlerle üç-dört ay çalışarak tüm yıllık iaşesini çıkarma çabası başka şeyleri de tetikliyor. Sektör, müşterilerden bahşiş koparmak ya da bazı yan gelirler elde etmek için her türden şaklabanlığa katlanan, “turist kazıklama” yöntemleri geliştiren, böylece alın teri, el emeğiyle çalışarak ekmeğini kazanmak üzere girdiği işte lumpenleşen işçiler de yetiştiriyor.

Sadece onlar mı? Kimi ülkelerin yığınsal tatil kârhanesi haline getirildiği; en aşağılık suçlardan biri olarak görünürde yasak olan, fakat turizmin hatırına göz yumulan çocuk seksinin yaygınlaştırıldığı; genel olarak her türden ahlaksal kıstasların unutturulduğu, bölgede yaşayan ve turizmden geçinmek zorunda kalan yerli halkın turist kazıklamak için her yönteme başvuran dolandırıcılar haline getirildiği ülkeleri de anımsamakta yarar var. Devletin resmi politikasının bile “turist kazıklamak” üzerine kurulduğu, örneğin müzelerde turistlerden daha yüksek giriş ücreti alındığı, turizm mevsiminde döviz alım kurlarının yapay olarak düşürüldüğü düşünülürse, turistik bölgelerde yaygınlaşan ahlâk çöküntüsünde şaşıracak bir yan olmadığı anlaşılır.

Gelelim emeği sömüren sermayeye

Turizm, aslında dünya yüzündeki en kirli sektörlerden biridir. Kara paranın en rahat şekilde kendine alan bulduğu yerdir. Uyuşturucu ticaretinin, mafyanın, her türden karanlık yollardan kazanılmış paraların izlerini dünyanın her yerinde turizm alanında sürmek mümkündür. Oteller, kumarhaneler, eğlence yerleri, umumhaneler, randevu evleri falan... Bunların bir kesimi, turistik karakter kazandırılmış ve ucu karanlık örgütlü suçlara uzanan işletmelerdir.

Uluslararası sermayenin, yerli büyük sermaye sahiplerinin ve yukarıda değindiğim çevrelerin sarmaş dolaş olduğu, “uçak şirketi-tur operatörü-yer hizmetleri-tatil siteleri” bunların yanı sıra “halı-deri-kuyumcu mağazaları” dönencesi içine hapsedilen, bunlar yetmezcesine, son yıllardaki “all inclusive” yöntemini de uygulayan büyük sermayenin turizm piyasası, yerli esnaf ve zanaatkârın da iflas ederek yaşam olanaklarını yitirmesine neden olmaktadır.

İşin içine aynı zamanda büyük bir rant, devlet kasalarından akıtılan paralar da karışmaktadır. SİT alanlarının turistik tesislere açılarak belli sermaye gruplarına peşkeş çekildiğini, sahillerin böylece abluka altına alındığını hiç duyan olmadı mı? Birileri, bir yandan böylece binlerce dönüm araziye el koyarken, bir yandan da faizsiz devlet kredileri kullanarak neredeyse sıfır kuruş yatırımla on milyonlarca dolarlık tesislere sahip oldu. Bunu hiç duymayan kaldı mı acaba? (Bu sadece Türkiye’ye has bir olgu değil.)

Ya emperyalist sömürü ve bağımlılık konusu?

Yukarıda saydıklarımın da ötesinde, çok daha önemli bir yanı görmeden geçemeyiz. Bu sektörde turistlerin “müşteri”, turist ağırlayan ülkelerin de “satıcı” olduğu görüntüsü tamamen yanıltıcıdır. Mesele, üç beş turiste kiralanan iki yataklı bir oda, abartılı fiyatlarla satılan iki halı, bir altın kolye, ya da deri ceketten ibaret değildir. İşin içinde çok daha büyük çapta bir “ticaret” dönmektedir. Asıl “müşteri” olanlar, turizme ağırlık veren, endüstrisi az gelişmiş ya da gelişmekte olduğu söylenen ülkelerdir. Yığınsal turizmde yatırımlarıyla ve operasyon yapan şirketleriyle asıl söz sahibi olan da zaten uluslararası sermayedir. Kaldı ki, turizm bu ülkeleri taşımacılıkta kullanılan araçlardan ve yakıttan başlayarak kahve otomatlarına, Coca Cola’sına, alkollü içkilerine kadar her şeyi ithal etmek zorunda bırakmaktadır.

Yakın zamana kadar, Türkiye turizmi devletten de aldığı destek sayesinde bu alanda bir ayrıcalık gösteriyordu. Tur operatörü-uçak şirketi-otelcilik-yer hizmeti veren şirket-halı/kuyum mağazası döngüsü çok büyük oranda yerli büyük sermayenin elinde bulunuyordu. Uluslararası turizm tekelleri uzun süre bu zinciri kıramadı. Bugün artık bu da tamamen değişmiş bulunuyor. Ülkeyi emperyalizmin dörtnala yağmaladığı bir coğrafyaya dönüştüren, her şeyi pazarlayıp, satan AKP’nin bu alanı dışarıda bırakacağı herhalde düşünülemezdi. 

Dünya istatistiklerinde 2012 yılındaki turizm gelirleri listesinde Türkiye’nin payına 18 milyar ABD doları düştüğü görülüyor. (Türkiye’de dolaşan söylentiler 24 milyardan bahsediyor.) Doğru sayı ne olursa olsun, bu döviz girdisi karşısında tüketilenler için yapılan harcamalarda kaç paranın yurtdışına gittiği üzerine hiçbir veri yok. Bunu hesap etmek de neredeyse olanaksız. Ben sadece bu turistleri taşımak için alınan uçakların fiyatlarını, dış ülkelerde ödenen yakıt parasını, bir de yabancı ülkelere ödenmek zorunda olan havaalanı ve üst geçiş ücretlerini düşünmenin yeterli olacağı kanısındayım.

Yığınsal turizm, böylece dünya yüzündeki birçok ülkeyi bir yanda emperyalizmin kalesi olan ülke yurttaşlarının “dinlence ve eğlence sömürgesi”, diğer yanda, geliştiği ölçüde de emperyalizme bağımlı bir pazar haline getirmektedir. Aslına bakılırsa, turizmi en gelişkin ülkeler, sanıldığı gibi, Tayland, Yunanistan, Türkiye falan da değildir. ABD ve AB ülkeleridir. 2012 istatistiklerinde Avrupa’daki turizm pazarından İspanya 57, Fransa 54, İngiltere 37, Almanya da 36 milyar ABD doları pay almış görünüyorlar. Ancak bunlarla, Türkiye gibi turizmiyle övünen bağımlı ülkeler arasında önemli farklar var. Bu ülkelere gelen turistlerin toplam geceleme sayılarıyla bıraktıkları döviz arasındaki orana bakıldığında çıkar bu fark ortaya. Üstelik, bu ülkelerin giren dövizler karşılığında yapmak zorunda oldukları dış harcamalar da diğerleriyle ölçüştürülemeyecek kadar düşüktür.

Kısacası, ekonomisinde turizme büyük ağırlık veren az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeleri sağlam halatlarla emperyalizme bağlayan bir sektördür turizm. Üstelik ekonomiyi önemli miktarda rizikolara mahkûm etmektedir. Turizme bağımlılık, söz konusu ülkelerin doğal felaketler, toplumsal gerilimler, hatta yağmurlu geçen bir yaz, karsız geçen bir kış sonunda ciddi bütçe açığı vermesine, böylece ekonomik sarsıntılara düşmesine de neden olmaktadır. 

Çevre sorunlarına ve kültür hazinelerine gelince...

İster Türkiye’de, isterse Dominik Cumhuriyeti’nde olsun, emperyalizmin kalesi olan ülkelerden gelen turistler, giderek moda haline gelen “her şey dahil” programıyla geldikleri otellerde günler boyu durmaksızın yiyerek ve içerek, yerli halkın -sözgelimi- yüz liraya kaldığı otellere on lira ödedikten sonra (bu tam da doğru orandır), arkalarında çöplerini bırakarak çekip gitmektedirler. Turizm kalesi olduğu için alkışlanan ülkelerin sahillerinin yağmalanması, bitki örtüsünün yok edilmesi, doğasının bir daha temizlenmeyecek şekilde kirletilmesi de bu sektörün gözlerden gizlenen büyük “getirisi”dir.

Doğa güzelliklerinin yanı sıra pazarlandığı iddia edilen kültür değerlerine gelince... Çoğunlukla bu da söz konusu tekeller tarafından, eğitimli rehberler aracılığıyla çok çeşitli yöntemlerle bilinci karartılan turistlere, ülkesine göre halı, deri ve altın, değerli taşlar, parfüm vb. satmak amacıyla düzenlenmiş bir tuzaktan ibarettir. Örneğin, Türkiye’de yıllardır kullanılan yöntemlerden biri, misafirperverliğin ve ikramın göstergesi olarak “önce bir lokum, ardından bir kadeh rakı” sunmaktır. (Bunun sonuçlarını, yaklaşık 30 derece sıcakta denemenizi tavsiye etmem.) Tarih hazinelerinin, doğa güzelliklerinin kenarından hızla geçecek şekilde düzenlenen bu “kültür gezileri”nin konak yerleri her zaman büyük sermayeye ait alışveriş mağazalarıdır. 

Kaldı ki, bu turistler arasında “Ben falan ülkeye gitmedim, filan tatil sitesine gittim” diyecek kadar geldiği ülkeden habersiz, sadece sahilde ya da havuz başında yatıp, ülkesine geri dönenlerin azınlıkta olduğu sanılmamalıdır.

Ya kapkaççılar?

Sektöre bulaşan kirden bahsetmiştim. Yazıma son vermeden görece daha küçük çapta dolandırıcılık yapanlara da değinmezsem haksızlık etmiş olurum. Olmayan uçakların biletlerini satarak ortadan kaybolan uçak şirketleri, otel paralarını ödemeyerek müşterilerini sokakta bırakan tur operatörleri, mevcut olmayan odaların ve tesislerin fotoğraflarıyla, ya da yan taraftaki inşaatı, çöplüğü falan rötuşla yok ederek turist avlamaya çalışan tesisler saymakla bitmez. Bu işte kullanılan fanteziler bazen öylesi boyutlara uzanır ki... Bundan yıllar önce böylesi birinin “Batırfly” adında bir şirket üzerinden yurtdışında tatil sözüyle müşterilerden birkaç milyon dolar dolandırıp, ortadan kaybolduğunu anımsayıp -mağdurlardan özür dileyerek- gülümsemeden edemem. Herkeste “kelebek” çağrışımı yapan şirketin adının, yarı Türkçe, yarı İngilizce “batır, uç” anlamına geldiğini, müşteriler havaalanında karşılıksız biletleri ellerinde kalakaldıklarında fark etmişlerdi. Sektör bu tür işler için de biçilmiş kaftandır.

Yığınsal turizm deyince ilk akla gelen güneş-deniz-sahil turizminden başka alanlar da var. Kapitalizm, “kültür turizm”ini, “kış turizmi”ni, “macera turizmi”ni, hâttâ Himalayalara tırmanma, Klimanjaro’ya bayrak dikme işini bile büyük ölçüde yığınsal hale getirmiş; hem turistleri, hem de doğayı yağmaya açmış bulunuyor. Afrika’da, Batılı turistlere “safari turizmi” sunabilmek için bütün bir bölgeyi boşaltmak amacıyla kabilelerin silah zoruyla göçe zorlandığını da biliyoruz. 

Sanki turizm alanına girmezmiş gibi, her seferinde üzerinden atlanıp geçilen, yığınsal turizmin dev boyutlardaki bir yağma alanı daha var: “Burunlarından kıl aldırmayan” Suudilerin her yıl gerek hac mevsiminde, gerekse sonradan moda haline getirilen “Umre” sırasında milyonlarca hacıyı nasıl vize harçlarıyla, en kötü koşullarda kokulu ve pis koğuşlara tıkıştırıp beş yıldızlı otel fiyatları dayatarak dolandırdığı, bu seferleri düzenleyen kurum ve şirketlerde işlerin nasıl döndüğü, kontenjanlar, “hacı paraları” falan da başlı başına bir yazı konusudur.

* * *

Yazıma son vermeden önce, yukarıda sıraladığım tüm kötülüklerden uzak turizm şirketlerinin ve buralarda çalışan dürüst turizmcilerin de var olduğuna, bunların her türden seyahat ve dinlence kültürüne katkıda bulunarak, sayısız insana hizmet verdiğine de işaret etmezsem, haksızlık etmiş olurum.