Yine seçmenin verdiği ileri sürülen mesajlar, yine ve özellikle sol-sosyalist muhalefet için CHP’nin oraya buraya kaymasını, yalan yanlış işler yapması engelleyecek yol gösterici, işler, eylemler…

Mesaj

Ne kötü bir sözcük! Sevimsiz, dil duygumuza aykırı, Türkçe’nin yanı sıra ülkemizde konuşulan bütün dillere de yabancı. Daha ne olsun! Ama her günkü dile o kadar yerleşti ki, nasıl sökülüp atılır, bilmiyorum. Bu durumun farkında olanlar, örneğin ben bile, bir yazının en tepesine kondurup o yerleşmeye katkıda bulunuyoruz.  Ne yazık mı demeli, her türlü işgalin böyle bir yanı vardır: Yalnız işbirlikçiler değil, işgalin türüne ve yaygınlığına bağlı olarak, hemen herkes karınca kararınca katkı sağlıyor olabilir.

Bu sözcük de öyledir. Hele, bildiğim kadarıyla ilk kez Fatih Yaşlı’nın kullandığı “seçim manyağı yapılmak” deyişini haklı çıkaran sıklıktaki seçim dönemlerinde, şaşırtıcı bir yaygınlık kazanıyor. Özellikle seçim sonuçlarının belli oluşunu izleyen günlerde, diye  ekleyebiliriz. Seçim sonuçlarına ilişkin çözümlemelerin yaygınlık ve saçmalık derecesi, futbol yorumlarıyla yarışır düzeylere ulaşıyor.

Biraz anılara dönerek devam etmemin yadırganmayacağını umuyorum.

Çok eskiden, artık aramızdan göçmüş çocukluk arkadaşım Metin Çulhaoğlu ile birlikte, böyle seçim sonrası günlerde “Seçmen ne demek istedi?”, “Millet ne mesaj verdi?” ve benzeri soruları değişik biçimlerde sorup daha da çeşitli biçimlerde yanıtlar üreterek dalgamızı geçer, eğlenirdik. Burada bir argo deyiş kullanmam hoş görülürse, “kafa bulurduk”; bir durum ya da kişi ile alay ederek neşelenmek anlamındadır. O zamanlar iletişimci, siyasal iletişim uzmanı, siyaset bilimci türü işi bilen, başka bir sözcükle, çokbilmiş kimselerin sayıları bugünkü düzeylerinin epey altındaydı. Dolayısıyla, özellikle “Millet ne mesaj verdi?” sorusunun çeşitli yanıtlarını bulmak, daha doğrusu uydurmak, çoğunlukla bize kalırdı. Bu durum, yaratıcılığımızı geliştirmek bakımından yararlı, ama aynı zamanda zahmetli olurdu. Şimdi aynı şeyi yapmaya kalksak, kanal kanal gezen uzmanlar bir yanda, sevindirik olmuş “ana muhalefet” ile eşekten düşmüşe döndükleri için ne dediklerini bilmeyen boy boy iktidar ortakları öte yanda,  aynı eğlenceyi bize çok daha kolayca yaşatabilirlerdi büyük olasılıkla.

Milletin ya da halkın yahut seçmen kitlelerinin verdiği mesajların saptanmasının ardından, doğal olarak, bunlara uygun tutum ve eylemlerin neler olduğu sorusu gelirdi. Bu soru değişik toplumsal ve siyasal kesimler için olduğu kadar kendilerine devrimci, sosyalist, komünist diyenler, bu sıfatları biraz iltimas geçilerek ya da dosdoğru hak edenler için sorulduğunda ise bizim aynı eğlencenin bir ürünü olarak ortaya koyduğumuz başlıca görev, “takoz olmak” biçiminde dile getirilirdi. CHP arabası nedense hep geriye ve sağa doğru kayardı, onun içindekilerin bir bölümü bunun farkında olmadıkları, bir bölümü farkında olsalar da durduramadıkları, bir bölümüyse bundan memnun oldukları için bir takoz bulunup tekerleklerin arkasına koymak gerekirdi. Bu takozluk işlevi ise nesnel durumun çok iyi farkında olan devrimcilere düşerdi.

Genellikle böyle bir mizansen çerçevesinde gerçekleştirdiğimiz sohbet muhabbet faslı sadece orada kalmaz, elbette çok daha ciddi bir üslupla, yazıp çizdiklerimize yansırdı. Bunların Yalçın Hoca tarafından desteklenip geliştirildiği de belleğimde yer alanlar arasındadır.

O eski günleri hatırlamaya çalışarak yazarken bugünkü durumun da çok farklı olmadığını söylemekten kendimi alamıyorum doğrusu. Yine seçmenin verdiği ileri sürülen mesajlar, yine onlara kulak verilerek yapılması gerekenler, yine ve özellikle sol-sosyalist muhalefet için CHP’nin oraya buraya kaymasını, yalan yanlış işler yapmasını engelleyecek yol gösterici, akıl verici, eleştirici ama destekleyici tutumlar, işler, eylemler…

Bunlara baktıkça “Anlaşılan, CHP olmasaymış, sol-sosyalist-devrimci akımlar, hareketler, örgütler, şunlar bunlar olmayacakmış, onlara ihtiyaç duyulmayacakmış!” diyesi geliyor insanın.

Oysa, emekçi örgütlenmelerini bir serbest bırakıp bir yasaklayan da, ilerici-devrimci aydınlara eziyeti gelenekselleştiren de, tanınmış gericileri ilk kez başbakan yapan da, ülkeyi NATO’ya sokan da, sosyalizm dağa taşa yayılma eğilimi gösterirken “ortanın solu” diye bir sınır çizerek bir yandan yığınların yönelişinden pay kapmaya çalışıp bir yandan gerçek solu korku duvarının ardına atmaya çabalayan da, işçiye emekçiye seslendiğinde bir saniye gecikmeksizin sanayiciyi iş adamını eklemeyi asla ihmal etmeyen de, kolay kolay sonu gelmeyeceği için bu sayıp dökmenin kısa kesilmesini gerektiren de  aynı partidir.

Her ne kadar sakin olmaya çalışsam da sinirlenme belirtileri göstermeye başlamaktan çekinerek bunları yazmakla CHP’yi hedef tahtasına yerleştirdiğim izlenimi doğmamalı; çünkü öyle bir niyetim yok. Yine de öyle bir izlenime çanak tutmaktan kurtulamadıysam, az önce değindiğim sinirlenme belirtisinin fark edilme olasılığının yarattığı kaygı ile ilgilidir bu. Yoksa, cumhuriyetimizin kurucu partisi olmakla hâlâ övünebilmesinin olumlu bir gelişmenin değil, cumhuriyeti sahiplenme yönündeki yaygınlaşan eğilimleri kendi denetimi altına alma hesaplarının ürünü olduğu düşünülebilecek bu partinin gelmişi, geçmişi, dünü, bugünü ortadadır. Yapıp ettikleri emekçi halkımızın gerçek kurtuluşunu engelleyici etkilere yol açtıkça da eleştirilmesi doğaldır. Ama burada gündeme getirilen eleştirinin muhatabı, kendimizden başkası olamaz; eleştirilmesi gereken, eleştiriyi en az hak edenlerin de içinde bulunduğu sosyalist hareketimizin kendisidir.

En az hak edenlerin bile eleştirilmesinin nedenine gelince, bu en köklü düzen partisinden tam bağımsızlığın yaşamsal önemini devrimci akımların büyük çoğunluğuna kavratamamış olmak, küçümsenmesi mümkün bir yetersizlik midir?

Yineleyelim: Dışımızdaki partilerle uğraşmak, emekçi halkımızın gerçek kurtuluşunu engelledikleri ölçüde bizim işlerimiz arasında yer alabilir. Onun ötesinde bizi ilgilendirmez, ya da bilgi edinme merakımızı giderebilecek kadar ve bu yolla birtakım kazanımlar elde edebiliyorsak ilgilendirir. Bizim işimiz, o kurtuluşu yakınlaştırmak ve güvence altına almaktır. Gerisi, başka sakıncaları bir yana, zaman kaybından öteye gitmez.