ANALİZ | İran'ın İsrail saldırısından neler öğrendik?

Saldırı başarısız mı oldu? İran daha fazlasını mı bekliyordu? Türkiye "hazırlıksız" olduğu için mi sessiz kaldı?

Yiğit Günay

İran, 13 Nisan Cumartesi gecesi İsrail’e karşı 300’ün üzerinde İHA, seyir füzesi ve balistik füzeyle saldırı düzenledi. Saldırı, geçen hafta İsrail’in Suriye’de İran konsolosluğunu vurmasına yanıt niteliğindeydi.

Sonuçta saldırı büyük oranda püskürtüldü, İran az sayıda isabet kaydetti, İsrail’de esas olarak Necef'deki hava üssü civarında bir miktar hasar oluştu.

Bunun kendisi, saldırının hedefinin son derece net ve planlı olduğunun bir göstergesiydi: Suriye’deki İran konsolosluğunu vuran uçaklar bu üsten havalanmıştı, İran bu yüzden burayı hedef aldığını, askeri hedefler dışında hiçbir yere saldırmayacağını henüz İHA’lar havada ve İsrail’e varmamışken duyurdu. Esas hedef, silahlı bir diplomatik yanıttı.

Nitekim, İsrail dahil tüm taraflar saldırının böyle olacağını baştan biliyor göründü. İsrail’de yalnızca kuzeyde, Lübnan sınırına yakın bölgelerde halka alarm verildi. Alarmın sebebi İran değil, Lübnan Hizbullahı’ndan gelen roketlerdi. İsrail medyası, henüz İHA’lar İsrail’e varmamışken İran’ın yalnızca askeri noktaları hedef aldığını duyurmuştu.

Daha havadaki tüm İHA ve füzeler hedefe varmadan İran’ın Birleşmiş Milletler heyetinin “İsrail’in tüm diplomatik kuralları çiğneyen saldırısına yanıt verdik, böylece bu mesele kapandı” minvalindeki açıklaması, esas olarak diplomatik bir hamle yapıldığının açık göstergesi oldu. ABD’nin de henüz saldırının sonuçları netleşmeden “İsrail’in İran’a karşı saldırısının parçası olmayız” diye açıklama yapması, zaten fiili sonucu kestirilen hamlenin diplomatik sonucunun sınırlarını baştan çizmeye yönelik bir girişim olarak okunabilir.

Yine de, bu diplomatik hamlenin, askeri-siyasi bir boyutu var. Cephe savaşlarında karşı taraftaki ordunun saldırı anındaki planını öğrenmek, birliklerin hareketlenmelerini gözlemlemek için geçmişte sıklıkla kullanılan sahte taarruz hamlelerine benzer şekilde, bölgedeki aktörlerin reflekslerini tüm dünya görmüş oldu.

ABD ve İngiltere, hızla İsrail’in yardımına koştu. Ürdün, bilfiil İsrail’in yanında savaşa girdi. Nitekim İran askeri unsurlarının önemli bir kısmı İsrail değil, komşu ülkelerin semalarında vuruldu.

Bu nokta, İsrail’in bölgedeki güvenliğinde esas önemli noktayı bir kez daha gözler önüne serdi: İsrail, yalnız kalmamak zorunda. Askeri olarak dün gece tanık olunan boyut, zaten biliniyordu. Nitekim, Çevik Bir’lerin pişirdiği ve Erbakan’ın imzaladığı anlaşmayla İsrail pilotlarının Konya’da eğitim görmesinin temel sebebi de bu: İsrail, hava manevraları için epey küçük bir ülke. 

Öte yandan, İsrail’in bölgede “siyaseten yalnız olduğu” da on yıllardır bilinçli şekilde yaratılan bir algının ürünü: Bölgedeki tüm ülkeler çeşitli seviyelerde İsrail’le iş tutuyor, ancak bunu açıktan dile getirmemek hem İsrail’in hem de diğer ülkelerin işine geliyor. Bunu en iyi Türkiye’den biliyoruz. 

Gazze’de süregiden İsrail işgalinin en büyük maliyeti de bu nokta: İsrail, uluslararası meşruiyeti konusunda büyük hasar almaya başladı. Dün saldırı başlamadan önce New York Times’ta çıkan bir makale, Gazze’deki soykırım ve savaş suçlarının ayyuka çıkması nedeniyle birçok batılı devletin İsrail’le askeri ilişkisini sorgulamaya başladığının altını çiziyordu. Belçika, Hollanda, İtalya, Kanada ve İspanya, İsrail’le silah anlaşmalarını askıya almış durumda. Türkiye, malum. Fakat Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine göre İsrail’e giden silah sistemlerinin yüzde 95’ini ABD ve Almanya sağlıyor. İki ülkede de yönetimler radikal derecede İsrail yanlısı, fakat kamuoyunda bu tutuma büyük tepki var.

İsrail’in tüm diplomatik kuralları hiçe sayarak Suriye topraklarında İran’ın diplomatik misyonuna saldırmasının gerekçesi, bu tabloda aranmalı. Netanyahu hem içeride hem dışarıda sıkışmış durumda ve bir çıkış arıyor.

Bu arada, ufak bir not ekleyebiliriz: 8 Ekim’de Filistin güçlerinin düzenlediği operasyonun ardından günlerce televizyon kanallarında “İsrail bunu kendisi planladı, şimdi tüm bölgeyi ezip geçecek, Lübnan’ı Suriye’yi dümdüz edecek” diye konuşan “uzmanların” gerçeklikten ne kadar uzak olduklarını bir kenara yazmakta fayda var.

Peki, Türkiye’nin tepkisi, veya tepkisizliği, ne anlama geliyor?

Türkiye’nin gece saatlerinde hiçbir görünür adım atmamış ve açıklama yapmamış olması, muhtemelen birçok muhalif tarafından “hazırlıksızlık, beceriksizlik” olarak yorumlanacak. Bu yorumun gerçekten epey uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Elbette AKP-MHP hükümetinin gündeminde İsrail konusu, Türkiye’nin iç siyaseti dolayımıyla var. İsrail’le ticaret konusu hâlâ esas odak noktası. Bu meselede kamuoyunun tepkisini dizginleme çabası ince ayar gerektiriyor ve dün geceki sessizlik, bu açıdan en kolay seçeneklerden biriydi.

Fakat AKP-MHP hükümeti, İran-İsrail geriliminde tamamen hazırlıksız değildi. Hazırlık bir süredir yapılıyordu, fakat alttan alta ve biraz farklı bir eksende.

Ayrıntılarına girmeksizin, iki örnek verebiliriz: Birincisi, son günlerde birbirinden epey farklı siyasi yaklaşımlara sahip çok sayıda tarikat ve cemaat lideri, sohbetlerinde, niye İran’ın yanında İsrail’e karşı savaşa girilmemesi gerektiğini vaaz ediyordu. Caferiler’in lideri Ali Özgündüz’ün dahi ısrarla bu konuyu anlatması, belli bir hazırlığın işareti. İkincisi, devletin istihbarat birimleri, bir süredir kamuoyunun algısını yöneten kimi aktörlerle görüşüyor ve Türkiye’nin güncel dış politika pozisyonunu anlatıyordu. Burada İran meselesi esas olarak bir tehdit olarak gündeme getiriliyordu.

Türkiye dış politikasında bir süredir en önemli gündem maddelerinden biri Kuzey Irak’taki durum. Talabani aşireti içindeki birkaç yıl süren güç kavgalarından Türkiye mevzi kaybederek çıktı, bölgede hem siyasi ittifaklar hem de sandık sonuçları açısından dengeler Türkiye aleyhine bozuldu. PKK’ye karşı yapılan açıklamalarda alttan alta işaret edilen İran, bahsettiğim kapalı toplantılarda açıktan “düşman aktör” olarak tanımlanıyor. 

Dolayısıyla Türkiye’nin dün geceki sessizliği, bilinçli bir sessizlik olarak görülebilir. Saldırının sınırları net ve ufak çaplı bir diplomatik hamle niteliğininin dışına çıkmaması, AKP-MHP hükümeti açısından sevindirici: Dengeci açıklamalarla konuyu geçiştirme fırsatını yakaladılar. Ümmetçilerin göstermelik “Filistin sevdası” raksı, bir süre daha devam edebilecek.

Filistin’deki katliam da öyle…

İsrail’in insanlık dışı saldırılarının durduracak esas gücün mevcut devletlerin hamlelerinden çıkmayacağı bir kez daha hissedildi. Ortadoğu halkları bu kirli oyunu bozup ipleri ellerine alana kadar, halkların payına acı düşecek.