Lakin, müessif hadiseyi izleyen sekiz günlük “süresiz” aranın ardından İstanbul’da yapılan ilk maç bitirilemedi.

Şu ayaktopunu ne yapmalı?

Olay oldu bitti, bizi bütün dünyaya rezil ettiği söylenen olay demek istiyorum, hemen ardından doğrudan ve dolaylı ilgililer, yetkililer ile yetkisizler de içlerinde olmak üzere, konuştular, söylendiler, hatta en doğrudan ilgili ve yetkililerin başında gelen federasyon başkanı bas bas bağırdı. Kameralar ve mikrofonlar önündeydi. “Yeter” haykırışını herkes duydu. Burasına gelmişti adamın, yapılacak her şeyi yaptım demek istiyordu herhalde, daha ne yapsındı!

Aynı çaresiz ve çok kızgın adam bütün liglerin “süresiz olarak” ertelendiğini de açıkladı. Kemiği ve onuru kırılmış hakemler ise “maçlara çıkmayacaklarını” açıklamışlardı zaten.

Ama, bütün kararlılık ve öfke pek kısa sürdü. “Süresiz” sözcüğünün birkaç gün anlamına geldiği ortaya çıktı. Bir hafta sonu oynanmayan futbol maçlarının bir dahaki hafta sonu bile beklenmeden hafta içinde başlayacağı duyuruldu. Birlik beraberliğe çok ihtiyaç duyulan şu günlerde buna uygun davranan dayak arsızı edilmiş hakemler de vatan ve millet için görevlerine daha fazla ara vermeyeceklerini bildirdiler.

Şimdi bu paragrafa da ama, lakin, fakat’tan biriyle başlamak gerekiyor. Ama’yı az önce kullanmıştık, bu kez lakin ile başlayalım.

Lakin, müessif hadiseyi izleyen sekiz günlük “süresiz” aranın ardından İstanbul’da yapılan ilk maç bitirilemedi. Neyse ki, bu kez hakemi dövmediler; kararını beğenmeyip sahayı terk etmekle yetindiler. O arada, Şırnak’ta gerçekleşen yeni bir kavga dövüş pek fazla haber olmadı. Oradaki birinci amatör kümeye dahil bir maçta yardımcı hakem ile birlikte rakip takım oyuncuları iyice dövülmüşlerdi. Derken, Bursa’da oynanan ev sahibi takım ile Diyarbekirspor arasındaki maçın da toplam beş kırmızı kart ve bir sürü kavga gürültü ile sonlandığı haberi geldi. Ne ara vermeymiş ama!

Devam etmeden, buraya kadarki yarı alaylı yarı öfkeli satırları yazanın bir futbol düşmanı değil, tam tersine, futbol meraklısı olduğunu belirtmeliyim. Hatta, aşağı yukarı yirmi yıl kadar önce olsaydı, meraklısı yerine sevdalısı bile diyebilirdim. Kendisi yalnız izlemekle kalmamış, unutulmaz futbolcu yoldaşımız Metin Kurt’un özdeyişiyle “borsada değil arsada güzel olduğunu” bilerek tam elli yaşına kadar oynamayı da ihmal etmemiştir. Hatta ve hatta, “Oyun Kurucu” adını verip takım arkadaşı olan çok eski bir dostuna adadığı bir şiir bile yazmıştır. Üç dört yıl önceki gibi hepsini alacak değilim, bu kez sadece son dizeleri yan yana sıralayarak aktaracağım: “rüzgâr gibi bir adam olamadım ancak / peşime takıp bütün bir savunmayı gidemedim / onbinlerce insanı ayağa kaldıramadım /üç dört kişinin arasından sıyrılıp / zıpkın gibi süzülürken karşı kaleye / biraz daha vaktim olsaydı keşke / ne şiirler yazardım gönlümce”

Demek istediğim, bundan sonra yazacaklarım, yazının başlığında ayaktopu diye bir tür aşağılama edasıyla belirtilmiş “şey”e karşı olumsuz önyargıları olan birinin elinden çıkmış sanılmamalı.

Kemal Okuyan TKP’nin Sesi’nde yaptığı ve geçen hafta bugün burada yayımlanan konuşmasının bir yerinde şöyle diyordu: “(…) gerçekten bu çok güzel oyun kirletiliyor; çünkü her tarafından para fışkırıyor ya da her tarafından para çıkması için uğraşıyorlar, canlı yayında büyük paralar dönüyor, reklam gelirleri, sponsorluk hakları, menajerlik sistemi, bahis şirketleri, medya, dijital oyun piyasası, dolaylı ya da doğrudan sektörde çok fazla para dönüyor.”

En başındaki “çok güzel oyun” sözlerini biraz abartılı bulsam da burada söylenenlere tümüyle katıldığımı hemen belirtmeliyim. Abartıyı nerede bulduğuma birazdan geleceğim. Şimdi, paranın bu kadar yaygın olarak ve bu kadar çok bulaştığı hiçbir şeyin kirlenmekten kurtulamayacağını vurgulayıp devam edelim.

Daha 1844 yılında genç Marx’ın “burjuva toplumda paranın gücü” üzerine yazdıklarından şu satırları okumak, konuyu burada ele aldığımız dar ya da özelleştirilmiş alandan çıkarıp bir genel geçerlilik içinde düşünmeyi kolaylaştıracaktır:

“Paranın gücünün büyüklüğü benim gücümün büyüklüğüdür. Paranın gücü, benim, onun sahibi olan benim özelliklerim ve öz gücümdür. Dolayısıyla, ne olduğum ve ne yapabileceğim, hiçbir biçimde benim bireyselliğim tarafından belirlenmez. Ben çirkinim, ama kendim için kadınların en güzelini satın alabilirim. O halde ben çirkin değilim; çünkü çirkinliğin engelleyici gücü, para tarafından yok edilmektedir. (…) Ben kötüyüm, namussuzum, vicdansızım, aptalım; ama para onurlandırılmıştır ve sahibi de öyledir.(…) Ben beyinsizin biriyim, ama para her şeyin gerçek beynidir; o zaman, onun sahibi nasıl beyinsiz olsun? Üstelik, paranın sahibi akıllı insanları kendisi için satın alabilirken, akıllılar üzerinde gücü olan biri değil midir, akıllıdan daha akıllı değil midir? Para sayesinde insan yüreğinin can attığı her şeyi yapabilen, bütün insani yeteneklere sahip olan ben değil miyim? Dolayısıyla, bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştüren benim param değil mi?”

Bu satırları burada ele aldığımız konuyu akılda bulundurarak okuyalım bakalım, nasıl bir kavrayışa ulaşılabiliyor?

Sözcüğün geniş anlamıyla “solcular”, futbolun işçi sınıfı tarafından bir bakıma “icat” edildiğini ve o sınıfın sporu olduğunu söyleyegelmişlerdir. Kabul edilebilir dayanakları olan bir düşüncedir. Futbol, büyük kalabalıkların sevip ilgilendiği bir oyun olduğu için de o zamanlardan beri, toplumların sırtından para kazanan, onları yönetip yönlendiren sınıfların ilgisini ve yatırımlarını çekmiştir. Ancak, bu gittikçe artan ilgiyi sadece para kazanma, kâr etme güdüsüne bağlamak eksikli olur. İlgi ve yönlendirmenin ikinci bir nedeni, futbolun emekçi kitleleri bölüp birbirine düşüren, birbirine düşmeyi kanlı bıçaklı kavgalara vardıran bir özelliğinin ortaya çıkması ve egemenlerce kullanılmaya değer bulunmasıdır.

Çok eski tarihlerde, futbolun anavatanı sayılan İngiltere’de, örnek olsun, Manchester United ile yapılacak maçı seyretmeye gelecek Liverpool taraftarlarını engellemek üzere Manchester kenti demiryolu işçilerinin iş bırakma eylemleri yaptıklarını, ya da tersinin gerçekleştiğini, çok dinleyip anlatmışızdır.

Bu kadarı, haklı olarak, pek masumca bulunabilir. Ama, çok daha yakın bir tarihte, 1985 Mayıs ayında Brüksel’de yapılacak Avrupa kupası finalini izlemek üzere gelen İngiliz emekçilerinin saldırıları üzerine Juventus destekçisi İtalyan emekçilerinin yanı sıra içinde Belçikalıların da bulunduğu 39 kişinin öldüğü hâlâ belleklerdedir.

Bizim geri kaldığımız da kesinlikle söylenemez. Çok uzun süredir karşılaştığımız ve yanlış yerlere yönelmiş öfkenin sonucu saymamız gereken saldırıların bir bakıma başlangıcı olan Kayseri-Sivas çatışmalarını hatırlayabiliriz. Yıllardan 1967 idi; Kayserispor futbol kulübü kurulalı daha bir yıl olmuştu; Sivasspor ise o yıl kurulmuştu. İkinci Ligdeki bu iki takımın Kayseri’de yapılan ilk maçında çıkan olaylarda 43 kişi öldü. Ölenlerin tamamına yakını, genellikle olduğu gibi, emekçi insanlardı. Olup bitenleri orada bulunan Sivaslı yakınlarımdan dehşet içinde kalarak dinlemişimdir sonraki yıllarda.

İster bizim ülkemizde ister bizden çok daha gelişmiş olduğu sanılan kapitalist dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde bu tür olaylarda birbirlerini yaralayan, öldüren emekçi insanların sayıları, savaşlar dışındaki hiçbir musibette olanlardan aşağı kalmaz.

“Çok güzel oyun” demeyi biraz abartılı bulduğumu yukarıda söylemiştim. Bana abartılı gelen buradaki “çok” sözcüğüdür. Bence, kapitalizmin bu kadar el attığı futbol, onu ulusal ve uluslararası düzeyde yöneten kuruluşların da katkılarıyla, güzelliğinden çok şey yitirmiş durumdadır. Neredeyse gün 24 saat bu çok para getiren iş için hazırlanan genç insanların artık kendilerine dar gelen alanlarda kıran kırana çarpışmaları, bu karşılaşmaların akılcılığı ve insancıllığı çok tartışmalı kurallarla ve ne kadar süslenmeye çalışılırsa çalışılsın sadece yarışmak ve kazanmak için yapılması, dışsal etkenler bir yana, oyunun kendi içsel güzelliğini de olumsuz biçimde etkilemiştir.

Konunun bu “teknik” sayılabilecek yanını uzun uzun tartışabilirim. Ama “değer mi” sorusu beni durduruyor.

Kemal, konuşmasının bir başka yerinde, futbolun güzel bir oyun olduğunu yineledikten sonra “kapitalizmden kurtulduğumuzda da umuyorum ki oynanmaya devam edecektir” diyerek sözünü tamamlıyor. Bu sözlerde hem bir dilek hem de kuşku var. İkisine de katılıyorum. Güzelliğini yeniden kazandırabilirsek, ne iyi! Ama kumarın, yasalara uygun olan olmayan her türlü soygunculuk ile dolandırıcılığın ve onlarla birlikte çoğalıp yaygınlaşın şiddetin iç içe geçişi sürüp giderken, ne mümkün! Futbolun, şu haliyle, hele sosyalizm bütün görkemiyle bizim ülkemizde ve birçok ülkede emekçi insanlığın yeniden kurtuluşu oluncaya kadar daha da bozulacağı apaçık ortada iken, Müslüman halkımızın en çok yaptığı işlerden birini yineleyerek “olmayacak duaya amin demek”, bizden uzak olmalıdır.

Doğrudur, biz böyleyiz, “… döner döner yine okuruz”. Okuduğumuz da okutmak istediğimiz de sosyalizmdir. Onun yokluğunda ne oyunların güzelliği sürüyor, ne başka güzellikler. İşte, görmeyi bilenler için, her şey ortada.