Bir genelleme de yapıyor Marx: “Bir sınıfın siyasal ve yazınsal temsilcileriyle temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki genellikle böyledir.”

Sınıf ile temsilcileri

Bir köşe yazısının sınırlılığı içinde ve fazla kabalaştırmamaya dikkat ederek yazmaya çalışalım. Bu uyarıyı yaptığımıza göre, daha en baştan, sınıfın temsilcisi ile öğesi, belki de mensubu kavramlarını kimi yerde aynı kimi yerde farklı anlamlarda kullanma serbestliğinden yahut tercih edilmiş savrukluğundan yararlanacağımızı ekleyelim. Anlatım kolaylığı yaratmak için göze alınmış bir kabalaştırma, denebilir.

Şimdi devam edelim.

Kavramların nesnel gerçeklikte bir karşılıkları vardır. Üst soyutlama düzeylerinde yaratılmış kavramlar söz konusuysa, siyasal olanın da içinde bulunduğu her günkü dilde, bu gerçekliğe karşılık gelme, orada bir karşılığı bulunma ya da oradaki nesnel karşılığının bir yansıması olma konusunda bir karışıklık ve anlama güçlüğü ortaya çıkar. Bu güçlük değişik durumlarda farklılıklar gösterebilmekle birlikte, hemen her zaman var olur.

Böyle bir güçlüğün iki sonuca yol açması mümkündür: Birincisi, kullanılan kavramların pratikte ve mücadele açısından işe yararlığı, aynı anlama gelmek üzere, geçerliliğinden kuşku duyulabilir. İkincisi, bu kuşkunun doğmasını önleyebilecek birtakım engeller oluşturulmuşsa, sözgelimi, paylaşılan, hele örgütlü olarak paylaşılan sağlam bir inanç varsa, pek kaba basitleştirmelere, olup biteni anlayarak çözümleme yerine kolaylığı açıklayıcılığa tercih eden şablonlara başvurulması olasıdır.

Sınıf ya da toplumsal sınıf kavramı da bunlardan biri. Hem çözümleme hem de siyasal mücadele için kullanılmadan, yararlanılmadan edilemeyecek bir kavram. Ancak, soyut bir kavram olarak sınıf ile onun nesnel gerçeklikteki karşılığı olarak sınıfın temsilcileri, ya da öyle oldukları varsayılan, öyle olması gereken kişiler, topluluklar, örgütler, partiler arasında birtakım farklılıklar, benzemezlikler, örtüşmezlikler ortaya çıkabilir. Öyle olunca da kafaların karışması şaşırtıcı sayılmaz.

Oysa, sınıf ile onun temsilcileri ya da onu oluşturan tekil öğeler arasında bire bir karşılıklılık, eksiksiz uyum, ikincilerin birincinin soyutlanmış nitelik ve istemlerinin doğrudan izdüşümleri ya da robotlaşmış gerçekleştiricileri olarak davranmalarını beklememek gerekir. Gerçekte, bu ilişki hem çok değişik biçimlerde ortaya çıkar, hem de bu ortaya çıkış biçimleri, çoğu kez, bu temsilcilerin her türlü özellik ve öznelliklerini törpüleyerek onları kişiliksiz kuklalara dönüştürmez; öyle bir katılık taşımaz.

Marx, küçük burjuvazi ile ilgili olarak yazarken şöyle diyor; bire bir aktarma yoluna gitmeden özetliyorum: Temsilcilerinin hepsinin sınıfın sıradan üyesi oldukları ya da sınıfın sıradan üyelerinden yana olduklarını düşünmemek gerekir. Temsilcilerden bazılarının kültürleriyle, kişisel durumlarıyla ötekilerden, sıradan üyelerden ayrılmış olmaları da mümkündür. Onları küçük burjuvazinin temsilcisi yapan şey onun her türlü özelliğiyle ortaklık göstermesi değil, kafalarının küçük burjuvazinin ömründe aşamadığı sınırları aşamamış olması ve dolayısıyla aynı sorunlar ile aynı çözüm yollarına itilmiş olmasıdır; maddi yararları ve toplumsal durumlarıdır buna yol açan.

Bunları söyledikten sonra bir genelleme de yapıyor Marx: “Bir sınıfın siyasal ve yazınsal temsilcileriyle temsil ettikleri sınıf arasındaki ilişki genellikle böyledir.”

Yine de burada hatırlattığımız çözümlemelerin, 19. Yüzyılın ortalarında ve Fransa’da gerçekleşen sınıf mücadelelerinin incelenmesi sırasında yapıldığını akılda bulundurmak gerekir. Burjuvazinin emekçi sınıf ve katmanlardan oluşan yığınları arkasına alarak eski düzenin egemen sınıflarına karşı iktidarını pekiştirme kavgalarını sürdürdüğü bir dönemdir.

Sınıf ile temsilcileri, hatta farklı üyeleri arasındaki örtüşmezlikler zaman zaman öyle biçimlere bürünebilir ki, kim kimin adına konuşuyor ya da mücadele ediyor, bunun da ötesinde herhangi bir sınıf mücadele sahnesinde gerçekten yerini alıyor mu yoksa sahneyi terk edip gitmiş mi türünden sorular bile doğabilir.

Böyle bir durumun şaşırtıcı bir örneğini vermek için bu kez tam bir alıntı yapacağım. Bu sözcüğü kullanmaktan kendimi alamıyorum; çünkü birçok ülke ve dönem, bu arada bizim yaşamakta olduklarımız düşünüldüğünde, basbayağı şaşırtıcı bir benzerlik olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz.

Madem alıntı dedik, o zaman kaynağı da daha açık belirtelim. Louis Bocnaparte’ın sonunda imparatorluğunu ilan ettiği cumhuriyete karşı gerçekleştirdiği darbeye ilişkin çözümlemesini yaparken yazıyor bunları Marx. Ama buradaki Bonaparte, bugün gösterime giren ve kaç gündür yapılan reklamlara bakılırsa epeyce hasılat toplayacağı anlaşılan Ridley Scott filmindeki Napolyon değil. Oradaki bunun amcası oluyor, bizim sözünü ettiğimiz ise yeğen Bonaparte. Türkçedeki yaygın alışkanlığa uyarak yazışımızın nedenine gelince, 1950’lerin ortasından başlayarak ülkemiz çocuklarının ellerinden düşmeyen bir çizgi roman vardı, tuhaftır, İtalyanların marifeti ama Amerika’da geçiyordu; onun kahramanı olan ve Nevada eyaletindeki bir kaleyi mesken tutmuş Tommiks adlı yüzbaşının atının adıydı Napolyon, o zamanların çocuklarına bir selam göndermek için öyle yazdım. Gırgırı bırakıp, soğuk savaşın kültür endüstrisinin çocuklara yönelik bir ürünü olduğunu söylersek, çok mu kabalaştırmış oluruz?

Neyse, dönelim yeğen Bonaparte’ın darbesi sırasındaki siyaset sahnesine:

“Anayasa değişikliği ile ilgili kararı ile düzen partisi şunu göstermiş oldu: Ne işleri düzene koymasını ne hizmet etmesini, ne yaşamasını ne ölmesini, ne cumhuriyete tahammül etmesini ne cumhuriyeti devirmesini, ne anayasayı korumasını ne anayasayı başından atmasını, ne Cumhurbaşkanı ile işbirliği yapmasını ne de bozuşmasını biliyordu. (…) Parlamento partisi yalnız iki büyük grubuna ayrılmakla, bu gruplardan her biri de kendi aralarında bölünmekle kalmamış, aynı zamanda, parlamento içindeki düzen partisi ile parlamento dışındaki düzen partisi anlaşmazlığa düşmüştü. Burjuvazinin konuşmacı ve yazarları, yani meclis kürsüsü ve basını, kısacası burjuvazinin ideologları ve burjuvazinin kendisi, milletvekilleri ve seçmenler, hepsi birbirine yabancı olmuşlar, bir türlü anlaşamıyorlardı.”

Benzerlikler dikkat çekici değil mi? Bana en şaşırtıcı görünenlerin altını çizdim. Kolaylık olsun diye.

Marx, art arda iki referandum yaptırarak önce cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanıyan bir anayasayı, ardından imparatorluğun yeniden kurulması kararını kabul ettirdikten sonra imparatorluğunu ilan eden yeğen Bonaparte’a yönelik eleştirileri yetersiz ve yanlış buluyor. Bunlardan özellikle Victor Hugo ve Proudhon’unkilere değindikten sonra da ekliyor:

“Bana gelince, onların tersine, sınıf kavgasının Fransa’da nasıl olup da basit ve kaba bir adamı kahraman yaptığını gösteriyorum.”

Her kıssadan sonra bir hisse yazmak gerekir mi? Sanmıyorum, bazıları kendini anlatır.

Not: Geçen haftaki yazıyı yazarken şiirden çokça yardım almıştım. Ancak, burada okur önüne çıkan üründe dizelerin sıralanışında ve kümelenişinde özgün metindekine uygun olmayan, anlaşılmayı da güçleştiren bir görünüm oluştu. Bu yayındaki bütün ürünlerin okura ulaşmasını sağlayan emekçilerden öğrendiğime göre, bu sonuç eldeki teknolojinin azizliği imiş. Yine de okurlardan özür diliyorum. Şiirleri yazanlardan biri çoktandır aramızda değil, dolayısıyla ondan özür dilemenin bir yararı ve imkânı yok. Öteki ise içeriden biri, üstelik ortaya çıkan hatalı üründe payı var, özür gerekmez.