“Son” örneğini Denizbank’ın bilmem hangi şube müdiresinin kurduğu ve müşterilerini (katılımcılarını) esas olarak futbol dünyasından seçtiği bir saadet zincirinin sürpriz olmayan çöküşüyle yaşıyoruz.

Ponzi modeli hep alıcı bulur

Başlığı şöyle tamamlamak da mümkün: İnsanlarda bu açgözlülük, bu tamahkârlık, bu bilgisizlik sürdükçe Ponzi modelinin her zaman alıcısı olur. İsterseniz buna Türkiye eklemesini de yapabilirsiniz. Gerçi menşei Türkiye değildir ve başka ülkelerde de açgözlülük-cehalet-ahmaklık bileşkesine giren bir yığın âdem bulunur. Ama Türkiye’de üç-beş yıl aralarla tekrarlanma başarısını göstermiştir. Milli hasletlerimizden mi sayılmalı? Ponzi modelini aşağıda bilmem kaçıncı kez açıklayacağım için girişte sadece şunları söyleyelim: Yüksek getiriler vadeden saadet zincirleri, zincire katılımlar sürdüğü sürece ayakta kalır. Zincirin kopuşu, yeni katılımların durduğu veya eski katılımcıların paralarını geri çekme kuyruğuna girdikleri anda başlar.

Şimdi bunun “son” örneğini Denizbank’ın bilmem hangi şube müdiresinin kurduğu ve müşterilerini (katılımcılarını) esas olarak futbol dünyasından seçtiği bir saadet zincirinin sürpriz olmayan çöküşüyle yaşıyoruz. Gündem bununla meşgul. Meselenin derinliğine gidebilenler, tefeci faizleriyle getiri peşinde koşanların sorumluluğunu, daha önemlisi, devletin (ve bankaların) denetim sorumluluğunu yerine getirmemesini sorgulayacaklardır; bunların da ötesinde, tepelerdeki siyasetçilerin onyıllardır sürdürülen büyük soygun düzeninden pay kapma yarışına girmelerinin teşkil ettiği kötü örnekleri sanık sandalyesine koyacaklardır; hatta daha soldan bakanları, bizzat kapitalist sistemin ahlaksızlık üzerine inşa edildiğini vurgulayabileceklerdir. Ancak bunlar hep azınlıkta kalacaklardır. İktidara yakın medyada siyasi, mali ve ekonomik sisteme dokunulması, onlarda kusur bulunması zinhar yasaktır. Düzen medyası, şöhretlerin de işe karıştığı bir durumda, olayın magazin boyutunda tutulmasına özel özen gösterecektir. Örneğin, hangi futbolcu eskisinin çanta içinde nakit 3 milyon doları hangi “Cafe”de hangi masada dolandırıcı ablaya teslim ettiğine ilişkin çeşitli açılardan video kayıtları pek makbul/ ilgi çekici bulunarak pazarlanacaktır.

Bu saadet zincirleri üzerine defalarca yazdım. Bu konuda en son yazım sanırım “Çiftlik Bank” soygunu üzerineydi. Aradım ve buldum: 2018 yılında soL Haber’de “Arabesk Ekonomi” başlığıyla yer almıştı. Tarımsal üretim gibi girdi maliyetlerini bile karşılamakta zorlanan bir faaliyet alanında astronomik kârlar elde edebileceğine “müşterilerini” inandırabilen bir yeni yetmenin Türkiye’de hiç zorluk çekmemiş olması onun özel yeteneklerine mi bağlıydı yoksa toplumun kimi bireylerinin sürekli aldatılmaktan mazoşist bir zevk almasına mı yorulmalıydı? Aynı konuları defalarca yazmaktan yorulduğum için izninizle o yazımın ilgili bölümünü aktarıyorum.

***

'Çiftlik Bank' örneği hep tekrarlanacak gibi

Çiftlik Bank'a para kaptıranlardan biri, Posta Gazetesi'ne manşet olan şu gerekçeye sığınmış: "Bu kadar insan aptal olamaz diye girdim". Şaşkınlığa bakar mısınız? Onbinlerce kişinin aptal olamayacağını düşünüyor. Oysa bunlar, milyonlarla sayılıyor. "İslami Holdingler" denilen dolandırıcılık ağlarına yaklaşık 10 milyar Avro kaptıran yüzbinlerce kişi bizim insanlarımız değil miydi? Hem de devletin himayesi altında. Jet Fadıl batıp çıkıp halkı tekrar tekrar dolandırmadı mı? Kastelli gibi çok sayıda banker bu ülkede fütursuzca "saadet ağları" kurmadılar mı? 1980'lerde battıktan sonra 1990'larda bir daha sahneye döndüklerinde yeniden rağbet görmediler mi?

Katılımcı sayısı arttıkça, bunun, argo tabiriyle "keriz silkeleme" operasyonunun çapını büyüteceğini her zaman bizzat deneyerek mi öğreneksiniz benim canım vatandaşlarım? Katılımcı sayısı arttıkça, başlangıçta işler de yürür gözüktükçe (yani bir süre için "getiri" ödemeleri yapıldıkça), sisteme katılımlar artar. Sisteme katılımlar yavaşladığı andan itibaren bu Ponzi modeli (ilk dolandırıcı Charles Ponzi'nin adıyla ünlü model) kâğıttan piramit gibi içine çökmeye başlar.

Tabii burada aptallık veya cehaletin bir açgözlülüğe/tamahkârlığa koşut gittiğini görmek gerek. Piyasadaki getiri oranlarının birkaç katı getiri vadeden bir saadet zincirinden şüphelenmek neden akla gelmez? "Az tamah çok zarar verir" güçlü özdeyişinin neşet ettiği bir toplum, bu kadar kör olabilir mi? Burada kapitalist sistemin, satın alma gücü sınırlı olan geniş kitlelerin gözü önüne her gün boca ettiği lüks tüketim nesnelerini, küstahça savurgan yaşam tarzlarını, gelir dağılımının habire bozulmasının kitleleri içine düşürdüğü çaresizliği, bütün bunların kolay yoldan (beleşten) zenginleşme hayallerini körüklediğini dikkatten kaçırmamak gerekir. Yani arka plandaki "suça ve tamahkârlığa" teşvik etkeni, yalnızca eşitsizlik üreten kapitalist sistemin ta kendisidir.

Peki ama kapitalist sistemin devleti, onun regülasyon kurumları, bu dolandırıcılık ağlarına neden zamanında müdahale etmez? Bu da "arabesk" bir çevre kapitalist devletinin icaplarındandır. Kaldı ki, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, o istismar çarklarına destek verenler, 1990'larda İslami Holdingler hesabına kampanyaya katılanlar, bu ülkede iktidar katlarına bile çıkmadılar mı? Bu nedenle, devletin teftiş kurullarını ve kurumlarını dağıtmak, kalanların içini boşaltmak en öncelikli görevleri olmadı mı? İslami holdingler konusunda bir Meclis Araştırması oluşturulmasına bile direnebildikleri kadar direnip, tepkiler nedeniyle dirençleri kırılınca da Araştırmanın sonuçsuz kalması için ellerinden geleni yapmadılar mı? Peki bu dolandırıcılıklara karşı gereğini yapmayan siyasilere siyasi olarak ceza kesmesi gereken seçmenler neden gereğini yapmazlar?

Meseleye daha genelden bakalım: Kendi sınıf çıkarları aleyhine, yerli ve uluslararası sermayenin çıkarları lehine siyaset yapan siyasi partileri bıkmadan usanmadan iktidara taşıyan milyonların durumu, saadet zincirine katılanlardan ne ölçüde farklı? Din istismarı ve sahte cennet vaatlerinin peşine takılmak, "Çiftlik Bank" gibi düzenbazlıkların ağlarına takılmaktan ne ölçüde farklı? Hatta sonuçları bakımından sadece kendilerinin değil bütün bir toplumun geleceğini karartması bakımından daha beter değil mi? Çiftlik Bank olayına girenler en azından bir Rus ruleti gibi zararı kendilerine olan bir iş yapıyorlar; oysa siyasi tercihlerini dinci otoriter sermaye partilerinden yana kullanan geniş emekçi kitleler, bunun dışında kalanları da peşlerinden sürüklemiyorlar mı?

Dolayısıyla kapitalist sistem bu sahte hayalleri hem ekonomide hem siyasette sürekli üretecektir. Mesele, beyni kuşatan zincirlerden kurtulabilmek. O nedenle de sosyalizm, insanlığı cehaletten ve açgözlülükten kurtarmak için olduğu kadar insanı insan yapmak için de şarttır.

***

Sonuç

Beş yıl sonra bu yazıda düzeltilecek/ değiştirilecek bir başlık dahi bulunmaması nasıl bir sosyolojik/politik devamlılıktır peki? Belki son bir not olarak şu eklenebilir: Milyonlarca dolarlarını kaptıranların (toplamın 44 milyon dolara çıktığı iddia ediliyor), karşılığında bir hukuki geçerliliği olmayan A4 kâğıtlarına veya benzeri kâğıt parçacıklarına yazılmış notlarla yetinmeleri veya hatta bunu bile istemeyerek kör bir güvenle hareket etmelerinin nedeni nedir diye sorarsanız, kaynağını açıklayamayacakları ani parasal zenginleşmelerini gizleme kaygısının paralarını kaptırma riskine üstün geldiği biçiminde yorumlayabilirsiniz. Vergiye tâbi olma riskinden kaçınmak için daha büyük risklere razı olma yaklaşımıdır bu. Benzeri uygulamalar siyasal İslamcıların yurtdışı merkezli soygununda da görülmüştü: Sosyal güvenlik (özellikle aile yardımı) ödemelerini biriktirip Türkiye’ye fark edilmeden (çünkü ilgili ülke sosyal güvenlik kurumlarınca fark edildiğinde bu ödemelerin kesilmesi ve hatta faiziyle geri ödenmesi riski doğuyordu) illegal yollardan transfer etmek isteyen gurbetçi işçilerimiz, karşılığında tuvalet kâğıdına bile yazılmış notları kabullenmekteydi. Ama bu konuya dahi zaten 18 yıl önceki yazılarımızda değinmiştik. Yani Türkiye cephesinde yeni bir şey yok.

Aradan geçen beş yıl veya 18 yıl sonrasında söyleyecek yeni bir şey bulamıyorsak, doğrusu olayı necip Türk milletinin ferasetiyle açıklamak da mümkün olamıyor maalesef. Okuyucunun ekleyeceği bir şey varsa, son sözü ona bırakmış olalım…