Demokrasi hiç eksik olmayan geriye dönüşlerle ilerler; varoluşunun başat görünümü budur.

Bunala bunala giderler

Çarşamba akşamı başlayıp gece saatlerinde sürüp giden bir bunalımla karşılaştı ülkemiz. Geniş halk yığınlarının herhalde pek haberli olmadığı, dolayısıyla kendi güncel ve uzun dönemli çıkarları ile ilgisini kurmakta henüz güçlük çektiği bir bunalımdı bu. Kriz de denebilir. Ekonomisinin içine girdiği, git gide derinleşip içinden çıkılmaz duruma gelerek süreğenleşen krizin üzerinde yükseldiği düşünülebilir. Eğer tümüyle çöktüğünü söylemek fazlaca abartılı sayılacaksa, çökmekte olan denebilecek bir ekonomik hayatın ağır etkisi altındaki hukuki ve siyasal üstyapıdaki sorunları bir kez daha apaçık görünür kılan yeni bir kriz. Başka bir anlatımla, çok uzun sürmüş bir yıkılış döneminin kendini kurtarmak için can havliyle her şeyi yapmaya çabalaması.

Kolayca erkler arası ya da erkler içi deniliveren, böylece üstesinden gelinemese bile, hiç değilse, belli bir açıklama getirildiği sanılan, ama yakın gelecekteki uzantılarının pek de rahatlatıcı olmayacağı anlaşılan bir krizin başlangıç aşamasını epeyce geride bırakmış gelişmesinin ulaştığı bir nokta. Ulaştığı ve ulaşırken daha nerelere varabileceğine ilişkin bazı ipuçları veren bir parlayış anı.

Ali Rıza Aydın’ın gecenin geç saatlerinde sıcağı sıcağına soL’a yetiştirdiği değerlendirmenin sonundan kısa bir aktarma ile yetineceğim:

“Yasayla darbelerden yargıyla darbelere gelinmesi Cumhuriyetin yıkılmasının sonucudur. Halk için cumhuriyetten başka çözüm kalmadığı açıktır.”

Yetineceğim dediysem de iki çift lafı olsun eksik etmemden zarar gelmez: Yazıp söylemekten bıkmadık, düzenin çürümesinden söz ediyoruz ve bu kadar şaşılacak bir sıklıkla “daha neler” dedirten örneklerin ortaya çıkışı, bir kesin sona doğru yaklaşmakta olduğumuzun işareti sayılabilir. Bu tür cümleleri, koyu bir karamsarlığın göstergesi sanmaksa çok yanıltıcıdır ya da şöyle diyelim, bir karamsarlık aranacaksa düzenin sahiplerine ve bekçilerine bakılmalıdır.

Oysa, benim niyetim, hazır cumhuriyetimizin “kurucu partisi” de yenilenip değişim yoluna girmişken ve zavallı cumhuriyetimizi bir türlü kavuşamadığı demokrasi ile taçlandırmak üzere ne umutlar yeşermeye başlamışken, küçük bir hatırlatma yapmaktı. Yine de yapılabilir, yazının bitmesine daha çok var.

Şöyle başlayabiliriz: Hemen her işte, her mücadelede, çıkılan her yolda varlığı doğal karşılanacak aşamaların bulunması, bunların birbirini izlemesi, kimi zaman biri bitince ötekinin başlaması, kimi zaman biri bitmeden bir sonrakinin belirli özelliklerinin ortaya çıkması, bütün bunlar, mümkündür. Mümkün olmanın ötesinde, pek çok iş ve eylemin gerçekleştirilmesi genellikle böyle anlatılabilecek bir seyir izler.

Buna karşılık, bir de, bizim siyaset dilimize yerleşmiş “Aşamacılık” var ki, halkımızın pek sevdiğim bir deyişiyle, “evlerden ırak”. Öyle der halkımız; öyle iflah etmez bir derttir ki bizden, sevdiklerimizden uzak olsun; hatta, çok öfkeli olduğunda “düşman başına” dediği de olur.

Çok çekmiş, çok ezilmiş emekçi halkımızın deyişlerini bir yana bırakıp devam edersek, muradımız şudur: Emekçi sınıfların toplumsal mücadelesinin birbirinden kesin sınırlar ile ayrılmış aşamalarının bulunduğu ve biri tamamlanmadan ötekinin gündeme getirilmesinin neredeyse ihanet nitelemesini hak edecek ağırlıkta bir yanılgı olduğu düşüncesi, çoğu kez son derece geriletici sonuçlar doğurmuştur. Bu düşüncenin en yıkıcı etkisi, işçi sınıfının öncülüğündeki emekçi yığınların devlet iktidarını ele geçirmesini öngören, adına sosyalist devrim dediğimiz mücadelenin ertelenmesi, git gide unutulması ve unutturulması ile ortaya çıkar.

Epeydir bu etkinin doğal uzantısı sayılabilecek bir durumla da karşı karşıyayız. İnsanlığın tanık olduğu en vahşi toplu kırımlar, görülmemiş büyüklükte insan yığınlarının ölümüne ve ölünceye kadar sakat kalmasına yol açan savaşlar, bunların hepsi olup biterken hiç eksik edilmeyen sömürü ve baskı koşullarının yanı sıra hayatı güzelleştiren zaferlerle dolu geçmiş yirminci yüzyılın emekçi sınıfların kazandıklarını, bu arada en kötüsü, umutlarını ellerinden alan bir sonla kapanışıdır bu durum. Daha da kötüsü, aradan geçen otuz kırk yıllık bir zaman diliminde kayda değer bir toparlanış, yeniden zaferlere uzanış da gerçekleşmiş değildir.

Bütün bunlar, zaten hiç yok olmamış aşamacılığın yeniden başını kaldırmasını sağlamıştır. “Şimdi sosyalizmin sırası değil, sosyalist mosyalist deyip yanımıza gelebilecek bir yığın insanı ürkütmenin, ürkütmek bir yana kaçırtmanın alemi yok” demek kolaylaşmış, yaygınlaşmıştır. Bunlara “sosyalizm mi, o da ne, sosyalizmi kim hatırlıyor ki, hatırlayanlar da ne kadar hayırla anıyor ki” demeler eklenmiştir.

Demokrasinin özellikle yirminci yüzyılda belirginleşen ve bir ay kadar önceki bir yazıda değindiğim bir özelliğini hatırlamak gerekiyor. Geriye dönüş özelliğidir bu. Demokrasi hiç eksik olmayan geriye dönüşlerle ilerler; varoluşunun başat görünümü budur. Emekçi sınıflara, onların çeşitli biçimlerde zorlamasıyla, birtakım haklar ve özgürlükler verilir; o sınıfların farklı göstergelerle ölçülebilecek mücadele gücü azaldıkça bunlar geri alınarak başa ya da aşağı yukarı başa dönülür.

Bu özellik, bir yandan, emekçi sınıfların “demokratik” sözcüğüyle adlandırılagelmiş kazanımlarının törpülenmesi, hatta büyük ölçüde geri alınmasıyla; öte yandan, emekçi sınıfların saflarında gerçek, çağdaş, ileri ve benzeri sıfatlarla süslenerek demokrasinin yeniden kazanılması biçiminde dile getirilebilecek yanıltıcı bir hedefin yaratılmasıyla kendini gösterir. İlkine doğrudan, ikincisine dolaylı katkı denilebilir.

Dolaylı katkı, az önce değindiğimiz “aşamacılık” illeti ile birleştiğinde ise, şimdi gel de yine halkımızın bir deyişini kullanma, “yandı gülüm keten helva!”

Eski yazılarımı karıştırırken karşılaştığım birinden biraz değiştirerek aktaracağım. Çare yok, aradan ne kadar zaman geçse, bazı hastalıklar hiç iyileşmiyor; eskiden müzmin denirdi, şimdi süreğen, daha çok da kronik deniyor.

Sekiz yıldan daha uzun bir süre önce yazmışım, 2015 yılının Nisan ayında.

Biraz genelleyerek söylersek, savunma ve elde avuçta kalanı koruma diyebiliriz; bu sözcüklerle anlatılan bir refleks olarak da tanımlayabiliriz. Tarihi boyunca, ne yazık diye eklemeden olmaz, hiçbir zaman iktidarı almaya kalkışmamış, en sarsıcı güce ulaştığında bile bunu gerektiği gibi denememiş solculuğumuz, yine eldekini koruma refleksi ile davranmayı rasyonalize edebileceği koşulların içine girmiş görünüyor. Gerçi, bu konudaki üstün yeteneği her durumda böyle bir haklılaştırmaya uygun koşulları bulmanın, yoksa yaratmanın ya da anlatmanın örneklerini vermiştir, ama bu kez öyle uzun boylu bir yaratıcılık da pek gerekli olmayabilir. Bu arada, “solculuğumuz” derken, paragrafın başında değindiğimiz genelleme yaklaşımını sürdürerek, düzen dışı solun tümünü kast ettiğimizi ekleyelim.

Ayrıca, toplumsal mücadelede, bizim tarafımızın gerçekte olduğundan çok daha güçsüz sanıldığı, bunun itiraz edilmez bir saptama yerine konularak sık sık dillendirildiği  dönemlerde, bu yarı gerçeği türlü kanıt ve dayanaklarla tekrarlamak, herhangi bir açıklık sağlamaz; üstelik, yılgınlığa yol açabilir. Bunun yerine, toplumsal mücadelenin, iniş-çıkış, yükseliş-alçalış, zikzak türü sözlerle anlatılabilecek dönemsellikler içinde geliştiğini ve toplumun değil bir insanın hayatı için bile kısa sayılabilecek sürelerde eğilimlerin yön değiştirdiğini anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için tekrarlamak gerekir.

Bir de, son zamanlarda haklı olarak çok üzerinde durduğumuz, durmaya devam edeceğimiz, cami avlusuna bırakılmış, üstelik kolu bacağı kırılmış cumhuriyetimize sahip çıkarken hiç unutmamak gereken bir uyarı var. Cumhuriyeti korumaktı, onun kazanımlarını savunmaktı, zorbalıklara karşı direnmekti derken, modern zamanlarda göksel dinlerden çok daha engelleyici olmuş bir yeryüzü dini olarak demokrasinin yâr ve yardakçısı konumuna düşmek işten bile değildir.