Kapitalizm küresel bir savaşı göze alabilir ama yeni bir küresel devrim dalgasını gerçekten göze alabilir mi?

Atlantik ve Çin kapitalizmin ömrünü uzatabilecek mi?

Almanya’nın bugünkü BM’yi andıran parçalı yapısı dünya barışının teminatı gibi görünüyordu. Vestfalya antlaşmasının izleri, büyük Avrupa barışını koruyordu; büyük barış, güneş batmayan imparatorluğun bir deniz gücü olarak kolonilerini sömürmesini ve ticaret yollarını güvence altına almasının sigortasıydı.

Atlantikte U-botlar boy gösterene kadar Kraliyet İngilteresi kendini güvende hissetti. Ulusal birliğini sağlayan Almanya, kör topal ilerleyen dönemin BM dengesini sarsıyordu. Milliyetçilik, pastadan pay alma hakkını arsızca kendinde görüyordu; siyah derililileri ve onların yer altı kaynaklarını sömürme sırası Almanlardaydı. Ayrıca gerçek Roma İmparatorluğunun ve medeniyetin sürdürücüsü onlardı.

Roma, fiziksel varlığıyla kıtadan silinse de bugün bile psikolojik varlığını sürdürmeye devam ediyor. Büyüklük psikozundan bir türlü çıkamayan beyaz Avrupalı kadın ve adamlarının barbar coğrafyaları sömürme ideolojisinin temel dayanağı olmaya devam ediyor.

Karayiplerden ya da Afrika’nın uzak ucundan bahsetmiyorum; Balkanlar ve Türkiye ucuz işgücü kaynağı olarak Roma’nın refahı uğruna köleleştiriliyor ve kolonileştiriliyor. Abartılı mı? Türkiye’deki özelleştirme yağmasına ve doğal kaynakların on yıl sonrasını bile planlamadan yok edilişine bakın! İmparatorluğun geleceği, çocuklarımızın açlığından, toprağın verimsizleştirilmesinden ve savaşlardan geçiyor...

1907 yılına geri dönelim. İngiltere, büyük bir kaygı içindeydi. Diplomasi çoktan askıya alınmıştı, savaş kaçınılmaz gibi görünüyordu. Savaş kaçınılmazdı ama randevu günü ve saati neresiydi henüz tam olarak belli değildi. Avrupa’nın en büyük kara gücü denizlere açılmıştı. İngiltere bu güce karşılık vermekte geciktiği her gün üstünlüğü kaybettiğini hissediyordu.

Almanların U-bot mucizesi, güneşin üzerinde iri lekeler bırakıyordu. Tüm bu ölüm makinelerini büyük bir fedakârlıkla işçiler üretiyordu. İşçiler kendilerini temsil ettiğini söyleyenler tarafından ihanete uğrayacak ve Avrupa’da Lenin ve yoldaşları dışında ‘barış’ kelimesini kimse cesaretle ağzına bile alamayacaktı...

İşçi kitleler, yüzyıllardır burjuva bilimi tarafından şuursuz, vahşi bir sürü olarak görülüyordu. Gustave Le Bon, öncülüğünde inşa edilen kitle manipülasyonunun, işçi kitleleri uysal birer sürüye dönüştüreceği varsayılıyordu. İnsanlık bir dönüm noktasına doğru hızla ilerlerken burjuvazinin tarihten gerekli dersleri çıkarıp çıkarmadığına tanıklık etmek bizim yüzyılımıza denk gelmiş olabilir.

I. Dünya savaşının itiş kakışında koloniler ve köle iş gücü uğruna birbirine düşen Avrupa’da savaşın sonunda kazananlar tam olarak ne kazandıklarını bilemiyorlardı. Küresel bir savaşın sonunu dikkate dahi almadıkları ve vahşi bir hayvan olarak gördükleri işçi sınıfı getirmişti. İşçi sınıfı el frenini çekmemiş olsaydı, burjuvazi bir din gibi tapındığı Sosyal Darwinizmin ilkeleri gereği insanlığı bir yok oluş mücadelesine sürükleyebilirdi.

Sergey Ayzenştayn’ın ‘Potemkin Zırhlısı’ filmi işçi sınıfının frenlere nasıl asıldığını açık bir biçimde gösteriyordu. Analar evlatlarını, evlatlar kendi çocuklarını anlamını bir türlü kavrayamadıkları bir paylaşım savaşında artık yitirmek istemiyordu.

Birleşik Almanya’nın donanmasını büyük fedakarlıklarla inşa eden ve koca İngiliz İmparatorluğu’na kafa tutmasını sağlayan işçiler aynı donanmayı kendi elleriyle batırmasını bilecekti. Unutmamakta yarar var, bugün ordular ne kadar profesyonel görünürse görünsün topyekûn bir savaşta işçi kitlelerini askere almak zorundalar. 

Savaş yön değiştirmiş, işçi sınıfı vahşi birer hayvan olmadığını ve kolay kolay güdülemeyeceğini göstermişti. Düşman uluslar artık ortak kaderi paylaşan sınıflar olduklarının farkına varıyordu. Lenin ve yoldaşları küresel bir devrime doğru yürürken boş hayaller ve rüyalar içerisinde sürüklenmiyordu. İnsanlık gerçekten tarihi bir kırılma anının eşiğindeydi.

Burjuvazi bu korkuyu iliklerine kadar hissetmişti ve uzun süre unutamayacaktı. Yüzyıllar sonra Henry Kissinger, tüm tecrübesiyle hizmet ettiği sınıfa I. Dünya Savaşı uyarısı yapacaktı. Savaş, şişenin içerisine hapsolmuş olan devrim cinini şişeden çıkarmıştı. Türkiye Cumhuriyeti, tüm bu küresel devrim sarsıntısının gölgesinde kendisine yaşam alanı bulacaktı. Tıpkı İngiliz emperyalizmini bir şekilde masaya oturtmayı başaran İrlandalı Cumhuriyetçiler gibi. Bolşevik devrimi, koloni olmak üzere tasarlanmış olan topraklara ayağa kalkma imkânı sunmuştu. Çin aynı yollardan geçecek ve büyük bir savrulma yaşayacaktı.

Piyasa sosyalizmi diye tarif edilen yeni düzen, milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha insanlığa ispat edecekti. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni, Çarlık Rusyası ile eşitleyen ve tehdit olarak değerlendiren Çin, kendi büyük ulus rüyasını amansız düşmanı ABD ile işbirliğine giderek gerçekleştirmeye çalışacaktı. Bu eksen kaymasında Stalin sonrası SSCB yöneticilerinin büyük hataları olduğunu unutmamakta yarar var.

Mao ve Nixon görüşmesi, kapitalizmi yeni bir çağa taşıyacaktı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin yıkılmasında Çinli sosyalistlerin payı gözardı edilemeyecek kadar büyüktü. Dönüştüremediği şeye dönüşen ve sonunda milliyetçiliğin tutsağı olan Çin, kapitalizmin sigortası görevini sürdürmeye devam etti. SSCB’nin hızla dağılması ve Çin’in yukarıdaki tarihsel dönüm noktalarına benzer bir gelişim göstermesi Atlantik cephesinde uzun süredir tartışılıyor. ABD ve Çin ortaklığı büyük düşman SSCB olmadan nasıl sürdürülecekti? Küresel ısınma, doğal felaketler ve nükleer silahlanma bu iki büyük devi bir arada tutmaya yeterli miydi? İşte İngiltere’yi 1907 doktrinlerine döndüren temel kaygı burada yatıyor. Görece birliğini tamamlamış, ekonomik güç olmuş büyük kara gücü Çin’in denizlere dönmesi sistemin sigortasının atabileceğine işaret olarak kabul ediliyor...

III. Dünya Savaşı çığlıklarının İngiltere cephesinden bu kadar candan, kolay ve sık sık dillendirilmesi emperyalizmin sınıf içi çatışmalarının daha da görünür hale gelmesini sağlıyor. Kissenger, söylemiyor ama Atlantik cephesinin Çin’e tahammül etmesi ve bu büyük devin gelenekleriyle uyumlu bir biçimde sisteme entegre edilmesi gerektiğini savunuyor. Onun tezlerinin şimdilik bir önemi yok gibi görünüyor. Yakın gelecekte bir devrim tehdidi görmeyen burjuvazi kendisini tehlikeli sayabileceği sulara cesurca bırakacakmış gibi duruyor. Çin cephesinde de uzun süredir milliyetçi terminoloji ile dillendirilen, ‘ayakları üzerine dikilen Çin’in kaçınılmaz bir biçimde ABD ile karşı karşıya geleceği’ tezleri öne sürülüyor. 

İngiltere ne kadar III. Dünya Savaşına istekli görünürse görünsün Çin’in ezilmesinin maliyeti bir arada evrimleşmenin maliyetinden daha büyük olur gibi görünüyor.

Tüm bu gelişmeleri rahatlıkla yazarken ve okurken şöyle bir kolaycılığa kapılmamak gerekiyor, tüm bu ülkeler mevcut manevraları yaparken milyonlarca insan savaş ya da ekonomik krizler nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalıyor.

Bugün milyonlarca Ukraynalı mültecinin yerini, savaş genişlediği takdirde yarın milyonlarca Rus alabilir. Hali hazırda ekonomik savaş içerisindeki Türkiye’den çıkan ve ne pahasına olursa olsun Avrupa’ya ulaşmaya çalışan insanların varlığı da garip bir biçimde görmezden geliniyor. Türkiye, kendi kültürel ve ideolojik çöküşüne hapsedilmek isteniyor. Olaylar ‘seferberlik bizim ülkemizde ilan edilse bizler asla kaçmazdık’ sığlığına ve milliyetçi hezeyanlara sıkıştırılıyor. Oysa halihazırda bir seferberlik hali bile yokken binlerce babayiğit soluğu göç yollarında alıyor...

Ana eksenimize geri dönecek olursak, Çin ve Atlantik cephesinin doğrudan karşı karşıya gelmesi zor ama ihtimal dışında değil. Burada emperyalistleri tedirgin eden tek konu başlığı nükleer silahlar değil. Esasında I. Dünya Savaşı. ‘Nasıl yani?’ bu soruyu içinizden geçirdiğinizi duyar gibiyim. Şöyle, Henry Kissinger esas uyarıyı tarihi hatırlatarak yapıyor. Kapitalist sistemi ayakta tutan iki büyük sütunun birbirine girmesinin cin’i şişeden çıkartacağının uyarısını yapıyor. Kapitalizm küresel bir savaşı göze alabilir ama yeni bir küresel devrim dalgasını gerçekten göze alabilir mi? Yaşadığımız gündelik hayatın üzerimizde basınç yapan etkisi altındayken bu ihtimalleri görmezden geliyor olabiliriz. Gündelik yaşamın yükü altında ezilmeyen burjuvazi için ise gözardı edilemeyecek en büyük tehlike bu...

Tarihi deneyimleri bugüne uyarlamak ve bu tecrübelerden ders çıkarmak beyin fırtınası için her zaman yararlı. Ancak buraya saplanıp kalmak bizi zamanın gerçekliğinden koparacağı için de tehlikeli. Avrupa’daki işçi kitleler tam olarak I. Dünya Savaşı’ndaki kitlelere benzemiyor. Bir seferberlik halinde içi boş milliyetçi söylemlerle savaşa motive edilip-edilmeyecekleri meçhul. Tüm son teknolojili iletişim ve propaganda araçlarına rağmen Ukrayna savaşındaki ‘Avrupa-Atlantik Birliği’ görüntüsü haftalar içinde dağılıyor. Dublin’de toplanan binlerce kişi yaşam maliyetlerini protesto ederken emperyalistlerin pazar kavgasının maliyetini canıyla ve geleceğiyle ödemek istemediğini haykırıyor.

İşte tüm çürümüşlüğüne ve sorunlarına aldırmadan Avrupa ile irtibat kurmamız gereken kanal burası. İşçi sınıfının her kesiminden insanın yaşam maliyetleri karşısında baş kaldırmasını desteklemeli ve büyütmeliyiz. Çin, kapitalist sistemin ayakta kalması için bir sigorta ise Devrim savaş karşısında işçi sınıfının tek yaşam sigortası olmaya devam ediyor. Nükleer savaşların caydırıcılığını konuştuğunuz kadar, dilerseniz vahşi ve şuursuz olarak görülen ve birer insan olan bizlerin yani işçi sınıfının caydırıcılığını görmezden gelmeyin. Bunu illa Kissenger gibi birinin söylemesine de ihtiyaç duymayın!