Sürüp giden açlığın çürümeye dönüşmemesi hemen hemen imkânsızdır; bununla birlikte, çürüyenlerin sayısı açların sayısından hep daha fazladır.

Açlar ve çürüyenler, bir de baş kaldıranlar

Toplumsal hayatımızın hemen hemen bütün alanlarında öyle bir durumdayız ki, şu ya da bu ölçüde eleştirel bir tutum takınanların neredeyse tümü “çürüme”den söz eder oldular. Yanlış demek mümkün değil. Yalnız, yine aynı ölçüde büyük bir toplam, çürümenin, hele hele onun şimdi ulaşmış bulunduğu düzeyin, şu son yirmi bir yılın ürünü olduğunu düşünüyor. Bu düşünce ya açık açık dile getiriliyor ya da söz ilerledikçe bu durumun sorumlusu olarak AKP iktidarının görüldüğü anlaşılıyor.

İşte bu ikincisine düpedüz yanlış demek gerekir. Bu çok uzun sürmüş iktidarın, hele önceki iktidar dönemleriyle karşılaştırıldığında, çürüme denilen olgu ile ilgili hatırı sayılır bir sorumluluk payı taşıdığını öne sürmekte sakınca yok. Ancak, bir an önce bu yazının konusuna girebilmek üzere kısa tutmak bakımından, şu kadarını belirtmek yetecektir: Farklı ölçülerde olsa da toplumun bütün alanlarını ve kesimlerini etkileyen bir çürümeden söz edebilmek, eğer kapitalizmden ve onun son aşaması olarak emperyalizmden söz edilmeyecekse, en kibar deyişle, anlamsızdır. Başka bir anlatımla, ikincisini ağzına almak istemeyenler çürümeden neyim şikayetçi olmasınlar!

Girişi kısa tutmaktan söz etmiş olsak bile, emperyalizm ile ilgili hâlâ klasik niteliğini koruyan kaynağa bir göndermede bulunarak “kapitalizmin asalaklığı ve çürümesi” başlığını taşıyan bölümden bir aktarma yapmakta sakınca olmasa gerek: “Emperyalizmin başlıca iktisadi temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiyelerin üretimden kopuşunu daha da artırır ve pek çok denizaşırı ülkenin ve sömürgenin emeğini sömürerek yaşayan ülkenin tümüne birden asalaklık damgasını vurur.”

Yazı başlığının çağrıştırdıklarına gelmek üzere devam edersek, halkımızın çok bilinmediğini sandığım birkaç deyişiyle başlanabilir: “Aça dokuz yorgan örtmüşler, yine uyuyamamış.” Neyse ki, “Açlık ile tokluğun arası yarım yufka”dır. Bununla birlikte, temkinli olunmalıdır, çünkü “Aç ile eceli gelen söyleşir”. Bu sözlerde bilgece bir derinliğin yanı sıra bilimsel  bulgulardakine benzer bir kesinlik görmek abartma sayılmaz.

Aç insanın tek düşüncesi, hayali, umudu bir lokma ekmektir. Bunu, daha gerçekçi bir anlatımla, şöyle de söylemek mümkündür: Aç insanın birincil amacı, açlıktan ölmesini önleyecek, daha doğrusu önleyeceğini sandığı bir parça yiyecektir.

Acından ölmeyecek kadar karnını doyuranın ikinci düşüncesinin ne olacağını ise kimse bilemez; daha doğrusu, bu düşüncenin ne olacağı bilinemese de, büyük bir değişkenlik ya da oynaklık göstereceğini kestirmek o kadar güç değildir.

Öte yandan, her defasında açlığını biraz olsun giderecek bir somun ekmeği kucağına koyan biri varsa, aç insanın, o eli koparması neredeyse olasılık dışıdır. Bu önermeyi de daha doğrudan bir anlatıma dönüştürecek olursak, şöyle diyebiliriz: Hep doyurulan ve böylece acından ölmekten kurtarılan aç insanı, kendisini doyurana karşı yönlendirmek,  hele o doyurucu hep aynı kişi ya da kişiler oluyorsa, epeyce güç bir iştir.

Açlar çoğaldıkça, tokların bir gün kendilerinin de aç kalmalarından korkmaya başlamaları doğaldır. Durumdan hoşnut olmayıp köklü değişim peşine düşen açlar için daha da kötüsü, kimsenin acından ölmemesi ve bunu kendisini aç bırakanlara borçlu olmasıdır.

Konu açlardan çürüyenlere getirildiğinde, önce şunu saptamak gerekir: Çürüme ile açlık arasında bir ilişki vardır. Ancak, çürüyenler açlardan ibaret değildir. Bunu biraz daha geliştirerek anlatmak da mümkün: Sürüp giden açlığın çürümeye dönüşmemesi hemen hemen imkânsızdır; bununla birlikte, çürüyenlerin sayısı açların sayısından hep daha fazladır.

Çürümenin mutlak bir sonu yoktur. Şimdiye kadar insan soyu için çürümenin sınırı olmamıştır; bunun yanı sıra, hangi kılığa bürüneceğini de önceden kestirmek kolay değildir.

Devrim için, devrim yapabilmek için çürümeden şu ya da bu ölçüde nasibini almamış yığınlar bulmanın mümkün olmadığı bilinmekle birlikte, bugün bizim ülkemizdeki derecede ve yaygınlıktaki çürümenin ondan tiksinerek, ürkerek, kaçınarak devrime katılacaklara olduğu kadar devrime karşı koyacaklara da kaynak oluşturduğu açıktır. Ancak, ikincilerin, devrime karşı koyacakların o kaynaktan çok daha büyük bir kolaylık ve yoğunlukla yararlanmaları, "eşyanın tabiatı icabı"dır.

Çok yaygın ve ileri derecede olduğu saptamasının tartışma götürmediği çürüme olgusunun panzehirini aramak gerekirse, gerekmekle birlikte bunun pek de verimli bir çaba olmayacağı bilinmek koşuluyla, bu panzehir, devrimin kadrolarında arılık ile yetkinliğin bütünleşmesinden başka nerede bulunabilir?

Burada konu baş kaldıranlara geliyor.

Baş kaldıranların önünde gidenlerin, baş kaldırdıkları düzenin pisliğine en az bulaşık olmaları, başka türlü söylenirse, bu "en az bulaşık olma derecesi" ne ise o kadar temizlenmiş olmaları şarttır.

Pisliğe hiç bulaşmamış olmak mümkün görünmediğine göre, kişisel bir arınma sürecinin gerekliliği ortadadır. Ancak, bunu sağlamak, sadece kişisel irade ve çaba ile gerçekleşemez; uygun bir örgütsel ortam ve kolektif destek de gerekir.

Kolektif bir arınma sürecini yaratma çabalarının, bilinen anlamdaki tarikatlaşmaya ve tarikat ayinlerine yol açma olasılığı yüksektir. Bu yüzden, tehlikeli olduğu, ayrıca başarı şansı pek yüksek görünmediği için de uğraşmaya değer olmadığı eklenmelidir. Öyleyse, yapılması gereken, böyle bir süreci yaratma yönünde özel çaba göstermek yerine, bu sürecin bir bakıma kendiliğinden gerçekleşmesinin koşullarını oluşturmaya, en azından, bu koşulların ortaya çıkışına engel olmamaya özen göstermektir.

Baş kaldıranlar, hayal kurmayı ve gerçekçi olmayı, bu ikisini tek bir kişilik özelliğine dönüştürmeyi başarmak zorundadırlar.

Bir de, düzenin adamları var. Onlar için yaptığım, ilk ortaya çıkışı şimdi aktaracağım yazılı hale getirilişinden de daha eski bir değerlendirme şöyleydi: "(...) Türkiye burjuvazisi, hemen herkesin açıkça görebildiği ve kendisinin de artık kanıksanmış bir çaresizlik olarak kabullendiği bir siyasi kadro yoksulluğu içindedir. Bu sonucun ortaya çıkmasında, (...) uzun bir süre boyunca, hep sopa göstererek ve sık sık da sopayı kalkan başlara indirerek yönetebilmiş olmanın payı vardır." (Türkiye için Sosyalist Seçenek, Nazım Kültürevi Kitaplığı  Sol Meclis Dizisi, İstanbul, Nisan 2002, s. 115.)

Kadro yoksulluğu, var olan kıdemli ve kıdemsiz bütün kadroların en temel, en ilkel niteliklerden yoksunluğu demektir. O kadar ki, buradaki “temel”, “ilkel” sözcüklerinin zaten uçtaki anlamlarını, başlarına "en" getirmeden yazmaya elimiz varmayarak, daha da uca götürebiliyoruz.

Niteliksizlik, amansız bir sömürü ve baskı altında sürüleştirilmiş geniş yığınlar için de geçerlidir. Dolayısıyla, düzenin siyasi kadrolarının niteliksizliği kendileri açısından bir sakınca ya da engel yaratmamaktadır. Tersine, sürü ya da burada ihtiyaç duyduğumuz anlamı kitle sözcüğünden çok daha iyi aktarabilen yığın, "benzeşerek yakınlaşma" diye adlandırabileceğimiz bir eğilimle, kendi niteliksiz kabalığının bir kopyasını, daha doğrusu, izdüşümünü gördüğü yahut hissettiği bu kadroları ve önderlerini tercih edebilmektedir. Tercih etmenin en kolay, en zararsız görünen, en az cesaret isteyen yolu oy vermektir. Getirisi daha büyük görünen yollar da bulunmakla birlikte, onların daha zor, daha tehlikeli olduğu ve  gözükaralık gerektirdiği biraz önceden öğretilir, daha çok da yaşanarak öğrenilir. Oldukça değişik biçimler alabilen bu öğretme/öğrenme süreçlerinin kendileri de sonuçları da açların ve çürüyenlerin tarifsiz acılarıyla doludur. Kurtuluş ise onların ne kadar ve nasıl katılacakları her zaman belirsizlik gösteren baş kaldıranların gücüne bağlıdır.