Hangi noktadayız? Ufukta neler görünmektedir? Gözlemler, seçenekler üzerinde bir gezinti yapalım.

2021’de Ekonomi: Olasılıklar, Seçenekler

Ekonomik politikalar, göstergeler bakımından çalkantılı üç yılı (2018-2020’yi) geride bıraktık. Kasım sonrasındaki dinginliğin ne kadar süreceği belirsizdir.

Hangi noktadayız? Ufukta neler görünmektedir? Gözlemler, seçenekler üzerinde bir gezinti yapalım.

2020’ye nasıl geldik?

Ara-başlıktaki soruyu daha önce yanıtladım. (Bk. “Büyümede Dünya Rekoru Nasıl Kırıldı?”, Sol Haber, 11 Aralık 2020) Kısaca tekrar edeyim.

2011, ekonomik bir dönüm noktasıdır. Dokuz yıllık AKP iktidarının büyüme ortalaması (2008-2009 krizine rağmen) yüzde 4,7’dir. Bu tempo, istisnaî dış koşullar sayesinde ekonominin (yüzde 4,2 olarak tahmin ettiğim) orta dönemli büyüme potansiyeli aşılarak gerçekleşmiştir.

Uluslararası finansal krize karşı Batı merkez bankalarının başlattığı likidite genişlemesi 2012 sonrasında frenlenecek; Türkiye’de neoliberal programın kısıtları, istikrar öncelikleri devreye girecektir.

2011 sonrasında, ekonominin büyüme potansiyelinin yarım puan civarında aşağı çekildiğini tahmin ediyorum. 1998’de yenilenen neoliberal teslimiyetin mirası… AKP iktidarı da 2015’ten itibaren “iktidar yıpranması” ile cebelleşmeye başlayacaktır.

AKP, iktidar süresini iki “yapay” strateji ile uzatmaya çalışacaktır: Temsilî demokrasinin genel kuralları (şiddet, anayasa değişikliği, OHAL ve uzantıları yoluyla) çiğnenerek… Neoliberal istikrar ilkeleri göz ardı edilerek… İkinci strateji, ekonomik bakımdan “anarşik” üç yılda uygulandı: 2018-2020’de iç talep, büyüme potansiyelini zorlayan boyutlarda pompalandı.

2020 sonu: Finansal disiplin ve dinginlik

Berat Albayrak Kasım 2020’de istifa etti; iki yeni atama ekonomik ortama dinginlik getirdi.

Nedeni ortadadır. Yeni ekip, ekonomik söylemi, uygulamaları, büyüme değil, istikrar doğrultusunda değiştirdiği için… TCMB politika faizi iki aşamada yüzde 17’ye, enflasyonun üstüne çekildi; finansal daralma doğrultusunda bir dizi karar alındı; örneğin bankaları kredi genişlemesine zorlayan “aktif rasyosu”ndan vazgeçileceği açıklandı.

Sonucu, bugünlerde dolar fiyatlarındaki gerilemeden izliyoruz. Albayrak 8 Kasım’da istifa etti; iki gün önce dolar 8.46 TL idi. 2020’nin son günü 1 dolar = 7,41 TL…

Üstelik yılın büyük bölümünde TCMB rezervleri tüketilmiş; dolar frenlenmeye çalışılmıştı. Ocak-Eylül 2020’nin ortalama dolar kuru 6,74’tür.

Bu dönemde sıcak para “yatırımcıları”, borsadan 13 milyar doları aşkın tahvil ve hisse senedi çıkardı. Hisse senetlerini satarken ortalama 6,72 TL’lik kur uygulandığını Alaattin Aktaş hesaplamış. Kasım-Aralık’ta çıkan paranın 4 milyar doları geri geldi. Aktaş, Kasım’da 7,94 TL’lik kurla geri gelen hisse senedi yatırımcılarının 663 milyon dolar kazançlı çıktığını hesaplıyor (Dünya, 7 Aralık 2020).

Görülüyor ki Albayrak sonrasında yabancılar portföy yatırımlarına, yani TL’ye dönmeye başlamıştır. Bunlar finans kapitalin en spekülatör, “rantiye” kesimleridir. Çıktıkları hızla geri gelirler; bu akım TL’yi değerlendirince (dövizi ucuzlattıkça) arbitraj getirileri de yükselir. İyi zamanlama ve kötü bir ekonomi yönetimi sayesinde (Alaattin Aktaş’ın gösterdiği gibi) hem çıkarken, hem girerken kazançlı çıkarlar.

Peki, dış finansman sorunlarının diğer büyük kalemi, bankalarımızın dış borçları? Vadesi gelen kredilerin ne kadarı döndürülecek? Hangi faizlerle?

Bu konuda, Fitch’in 25 Kasım ve 7 Aralık değerlendirmelerine göz atalım: Uluslararası piyasalarda sert dalgalanmalar olmadıkça dış krediler döndürülebilecektir. Bankalarımızın kısa vadeli dış finansmanı karşılayacak döviz likiditeler vardır; ancak bunların önemli bir bölümü TCMB’deki döviz swaplarından oluşmaktadır. Yeni yönetim bu durumu düzeltirse, bankaların dış kredileri sürdürülebilir. Bir süre yüzde 100’ün altında döndürülerek; yani net ödeme yaparak…

Malî disiplin nerede?

Kapsamlı bir istikrar programının ikinci ayağı olan malî disiplin nerede? Hatırlayalım ki Berat Albayrak’ın 2018 döviz krizi sonrasındaki ilk (2019-2021) YEP’i, kamu maliyesinde (mega-yatırımları dahi donduran) daralma hedefleri içeriyordu. Erdoğan bu hedefleri uygulatmayacaktı. Ama, bu “sapma” finans çevrelerince dikkate alınmayacak; 2019’un büyük bölümünde portföy girişleri canlanacak; net sermaye çıkışı son bulacaktır.

Nedeni açık: Sıcak paraya yoğunlaşan finans çevreleri için finansal göstergeler öncüldür: Sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliği korunmalı; politika faizi enflasyonu aşmalı; kredi genişlemeleri frenlenmelidir.

IMF gibi bir denetleyici kurum yoksa, “yükselen piyasa ekonomileri” fiilen uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının (Fitch vb’nin) gözetimi altındadır. Bunların ülke (örneğin Türkiye) raporlarına, notlarına göz atın. Malî disiplin değerlendirmeleri yer almaz. Tümüyle finansal göstergelere odaklanılır: Faiz, enflasyon, döviz kurları, kredi hareketleri, bankaların riskli kredileri, rezerv durumları…

Kasım'da göreve gelen yeni ekonomi yönetimi, Saray’da hazırlanan 2021 bütçesini olduğu gibi devraldı. Somut “malî disiplin” hedefleri oluşturmadı. Uluslararası finans çevreleri de bu eksiklikle ilgilenmedi; yeni ekonomi yönetimine dönük olumlu beklentilere yöneldi. Saray’ın yatırım harcamaları, parasal daralma engeli aşılabildiği; dış açığı tırmandırmadığı ölçüde sürdürülebilir.

Durgunlaşan ekonomi: Kalıcı toplumsal bunalım

Korona salgını, Batı merkez bankalarını bir kez daha yüksek tempoda likidite genişlemesine yöneltti. Önemli bölümlerinin Türkiye gibi “yükselen piyasalar”a taşması söz konusudur. Dolayısıyla Türkiye için yakın gelecekte yeni bir kriz ortamı söz konusu değildir; ama, Kasım’da başlayan finansal disiplin sürdürülürse…

Ne var ki Türkiye için daha ağır bir gelecek gündemdedir: Ekonomi, tahminen yüzde 3,5’lik bir büyüme temposu izleyecek; bu tempo (diyelim Erdoğan’ın müdahaleleri ile) zorlandığı dönemlerde, dış finansman kısıtları (döviz krizleri) devreye girecektir.

Bu yeni güzergâhın başlangıcı 2020’dir. Ağır bir toplumsal bunalım yılı… Milyonlarca insan istihdamdan, işgücü piyasalarından kopmuş; gerçek işsizlik oranları sıçramıştır. Meslektaşlarımız, Türkiye’de işsizlik oranını aşağı çekmek için ortalama yüzde 5’lik bir büyüme temposunu gerekli görüyor. 2020’nin toplumsal bunalım koşullarından hareket eden; büyüme temposu yüzde 3 veya 4’lük eşikle sınırlı bir durgunlaşma söz konusudur. Bu gelecek, iki boyutuyla kabul edilemez: Ağır bir dış bağımlılığın ve bugünkü toplumsal bunalımın kalıcı hale geldiği bir ekonomi anlamına geldiği için…

Siyasal uzantılarına gelelim. Toplumsal bunalımı aşmak için ekonomi yeniden zorlanırsa 2018-2020 koşulları hortlar; yeni krizler patlak verir. Toplumsal bunalım, kriz içinde Saray iktidarı seçim kazanamaz. İktidarı bırakmak istemezse ne yapar? 6 Ocak 2021’de Trump’ın Washington’daki marifetleri akla geliyor. “O kadarı da olmaz; burası Türkiye; yerli ve millî…” diyebilirsiniz. Haklısınız.

Cenderenin dışı…

Durgunlaşma ve kronik dış bağımlılık… Bu ikili cendere içinde iktisat politikaları da “saçma ve rasyonel” seçeneklere ayrışır. Sol iktisatçılar, Saray iktidarının saçmalıklarını tartışırken, bunların emekçi, halk karşıtı uzantılarını açığa çıkarmaya öncelik veriyor.

Bir adım daha atmak gerekiyor: Türkiye, neoliberalizmin sonucu olan kronik durgunluk ve dış bağımlılık cenderesine mahkûm mudur? Bu cendereyi aşmak nasıl mümkün olur?

Birkaç hatırlatma ile yetineceğim.

Ekonominin büyüme potansiyelini bugünkü (diyelim yüzde 3-4’lük) sınırın üzerine çekmek mümkündür. Faal nüfusun yarısı istihdamdan kopmuştur. İstihdamın neredeyse yüzde 20’si millî gelirin sadece yüzde 6’sını üreten tarımdadır. Bu emek rezervleri, kendilerini üretime çekecek yatırımları beklemektedir.

AKP yıllarında, eğitim sistemi insan gücünün ortalama niteliğini geriletmiştir. Sermaye birikimi yetersiz kalmış; yatırımların sektörler arası dağılımı ekonominin dinamizmini köreltmiştir. Bu kayıpların onarılması önceliklidir. Devlet öncülüğünde sermaye birikimi yukarı çekilir. Yatırımların dağılımı, sanayinin ithalata bağımlılığını azaltacak; ekonomiyi dinamik bir yapıya yönlendirecek doğrultuda planlanır.

Yükselen sermaye birikimi, geliri artırır, tüketim oranlarını bir süre aşağı çeker. Bu baskının emekçi sınıflara yansıması, gelir, servet dağılımında radikal politikalarla önlenir.

Sermaye hareketleri denetlenmeli; dış ticaret açıklarını frenleyecek araçlar canlandırılmalı; planlanma ile bütünleşmelidir. Boyutları, ayrıntıları zamanı gelince belirlenir.

Bu türden bir program, iktidarın sınıfsal yapısı kökten değişmedikçe gündemde değildir. Ama tartışılmasının sürdürülmesi; güncel sorunlar içinde unutulmaması gerekiyor.