İngiliz Blues gitarcısı Peter Green, 'Then Play On' albümünden sonra topluluktan ayrılmıştı, hem de öyle böyle basit bir nedenle değil. Onun tek başına topluluktan ayrılış nedeni bile daha ilk dinleyişte duyduğum saygının boş olmadığını bana çok iyi izah ediyordu. Artık bizim yerli roker camiası içinde sıkı bir Peter Green hayranıydım.

Deli divane sosyalist: Peter Green

Seksenli yılların başı… Peter Green’i ilk dinlediğim plak “Then Play On”. Plağı Apaçi Ayhan ile Bahçelievler’de oturan Deep Purple Ahmet’in evine giderek bir haftalığına ödünç almış, eve getirmiştik. O hafta sayamayacağım kadar çok plağı döndürmüş; albümün yıldızının topluluğa yeni katılan ve yedi parçaya imza atan genç gitarcı Danny Kirwan olmasına rağmen, aklım Peter Green imzalı beş parçada kalmıştı. Bir parçada en çok aradığım şey yakıcı gitar sololarıydı; ne de olsa Apaçi’nin öğrencisiydim, etkisi altındaydım. Bir hafta sonra plağı Deep Purple Ahmet’e iade ettik. O günden itibaren Peter Green adını deftere yazmış, çaldığı her plağı bulmaya, almaya gayret etmiştim.  

O dönemde ne doğru dürüst plakçı var bunları bilen, ne de abinin hakkında bilgi edineceğimiz dergi, ansiklopedi türünden kaynak… Tek yapabileceğimiz, bir albümde Peter Green adını gördüğümüzde onu edinmek ve şayet içinde üzerinde yazı varsa onları ezberlemekti. Derken kırık dökük bilgiler ele geçmeye başlamıştı: Fotokopiyle çoğaltılmış bir Gibraltar ansiklopedi, çok eski sayı bir Bravo dergisi gibi… Üç aşağı beş yukarı şöyle diyorlardı: 1969 tarihli dördüncü Fleetwood Mac albümü “Then Play On” topluluğun Peter Green’li döneminin en güzel işi. Fakat yine de çaldığı o güzel gitarlar dışında Green’i neden bu kadar ruhen kendime yakın hissettiğimi henüz anlayamamıştım. Derken elimizdeki kaynaklar arttı, sohbetlerde bizden yaşça büyükler bildiklerini anlattılar, böylece hadise aydınlandı, ben de adamımı yakından tanımış oldum. 

***
İngiliz Blues gitarcısı Peter Green, “Then Play On” albümünden sonra topluluktan ayrılmıştı, hem de öyle böyle basit bir nedenle değil. Onun tek başına topluluktan ayrılış nedeni bile daha ilk dinleyişte duyduğum saygının boş olmadığını bana çok iyi izah ediyordu. Artık bizim yerli roker camiası içinde sıkı bir Peter Green hayranıydım.  Tam adı Peter Allen Greenbaum, 29 Ekim 1946’da Londra’nın işçi sınıfının yaşadığı East End bölgesinde dört kardeşin en küçüğü olarak doğmuş. On yaşında abisinin eve getirdiği İspanyol gitarı en sevdiği oyuncağı olmuş. Hank Marvin, Muddy Waters, B.B. King gibi blues gitarcılarının parçalarını, bazı Yahudi şarkılarını sökmeye başlamış. 15 yaşındayken okulda Yahudiliği alay konusu olunca soyadındaki “baum” ekini atarak kendini Peter Green diye tanıtmaya başlamış. İlk gençlik günlerinin bu bunalımlı ve hüzün dolu yalnızlığını daha sonra yazacağı “Man of the World” parçasıyla ifade etmişti.

1966’nın başlarında, sonradan Camel’ı kuran klavyeci Peter Bardens tarafından Peter B’s Looners topluluğuna solo gitarcı olarak davet edilmiş, burada davulcu Mick Fleetwood ile tanışmış. Üç ay sonra Yunanistan’a giden Eric Clapton’ın yerine geçici olarak John Mayall’ın Bluesbreakers topluluğuna katılmış. Aslında Clapton’ın yerine alınan bir gitarcı varmış ama, onu beğenmeyen Green topluluğun konserlerinde “Ben bundan çok daha iyi çalarım” diye bağırarak olay çıkarıyormuş. Sonunda Mayall da ona bir şans tanımaya karar vermiş. Altı ay sonra Clapton dönmüş, ama Cream’i kuracağı için topluluğa yeniden katılmamış. Green de resmi olarak onun yerini almış ama, Clapton ile kıyaslanmak çok kolay olmamış. Önyargılı Clapton fanatikleri konserlerde “Biz Clapton’ı isteriz” diye bağırıyorlarmış. Green ise, zaman içinde, -bilhassa “The Supernatural” adlı bestesiyle- yeteneğini ortaya koyarak hakkettiği itibarı kazanmıştı.

Bir adım sonra 1967’de Mick Fleetwood ve Bluesbreakers’ta birlikte çaldığı basçı John McVie’yi alarak Fleetwood Mac’i kurmuştu. Topluluğun dört albümü Green’in yönetimi altındaydı. Bu dönemde “Albatross”, “Black Magic Woman” ve “Oh Well” gibi şarkıları yazmıştı. Gelelim ayrılma meselesine…

***
Fleetwood Mac topluluğunun işleri yolunda giderken, Green LSD denemelerine başlamıştı. 1968’de ikinci albüm “Mr. Wonderful” sonrasında ilk Amerika turnelerine çıkmışlardı. San Francisco’da Grateful Dead ile takılırken, Dead’in tedarikçisi tarafından üretilen LSD’yi kullanmış ve ne olduysa ondan sonra olmuştu. Green artık Budizm’den etkilenen, sahneye beyaz entarilerle çıkan bir divaneydi. Şarkıları giderek paranoyak bir hale geliyordu. Örneğin deliliğe doğru gidişini anlatan “Green Manalishi” buna örnekti. 

Müteakip turnede Münih’te bazı zengin Alman hippileri, şehir dışındaki bir konakta Green’i komünlerine götürdü, burada ağır uyuşturucular kullanmıştı. O esnada aldığı kararları arkadaşlarına deklare edince toplulukta çatışma başlamıştı. Artık para Green için şeytandı. Elde etmiş olduğu ün ve servetten nefret etmeye başlamış, topluluk üyelerine ellerindeki paranın az bir kısmını tutup gerisini hayır işlerine harcamayı önermişti:

- “O kadar çok param vardı ki, mutlu ve normal olabilmek olanaksız görünüyordu bana. Binlerce sterlin, işçi sınıfından gelen birinin başa çıkamayacağı bir servet gibi geliyordu, üstelik bunu hakketmediğime inanıyordum” diyordu.  

Mick Fleetwood bu fikre karşıydı ve tam tersi yeteri kadar kazandıklarına bile inanmıyordu. John McVie ise Green’e hak veriyor ama uyuşturucu yüzünden güvenemiyordu. Üyelerin servetlerini bağışlamaya yanaşmamaları üzerine Green topluluktan ayrıldı. 28 Mayıs 1970 tarihinde Fleetwood Mac ile son konserine çıkmıştı.

***
Önce “The End Of The Game” adında ilginç bir albüm yapmıştı. Bir ara Jeremy Spencer’ın bir tarikata katılmasıyla zor durumda kalan eski topluluğuna yardım için onlarla sahneye çıktı, sadece “Black Magic Woman” çaldı. Ayrıca topluluğun 1973’deki Penguin albümündeki “Night Watch” ve 1979 tarihli “Tusk” albümündeki “Brown Eyes” adlı parçalara konuk oldu fakat albüme adının yazılmasını istemedi. Aralarda hiç görünmedi, söylentilere göre mezar kazıcılığı, barmenlik, hastane görevlisi gibi işlerde çalıştı. Bu günlerde kendisine bir telif hakkı çeki getiren bir muhasebeciye silah çektiği ve bu nedenle önce hapishaneye sonra da şizofreni teşhisiyle akıl hastanesine yatırıldı.

Yıllarca hem ilaç hem ruhsal tedavi görmüş, sonucunda uzun zaman gitarından uzak kalmıştı. Bu dönem boyunca, müzisyen dostları Green’i ziyaret ediyor, fakat iletişim kuramıyorlardı. Londra dışında, annesi, kardeşi, yengesi ve kız kardeşi ile yaşamaya başlamış; Amerikalı kemancı Jane Samuel ile yaşadığı kısa ömürlü evlilikten bir kızı olmuştu. 1979’da tekrar sahaya dönen Green, birbiri arkasından solo albümler çıkarmış, bir dizi albümün ardından tekrar sırra kadem basmış, 1996’ya kadar ortalarda gözükmemişti. O günlerde tekrar müzikle ilgilenmeye başlamış, yeni kurduğu topluluğu ile 1997’den 2003’e kadar 10 albüm yapmıştı.

***
Bu arada Gary Moore, 1995 tarihli “Blues for Greeny” albümünü ona ithaf etmişti, nedeni yıllar öncesinde 1959 yapımı Les Paul gitarını Gary Moore’a vermiş olmasıydı. Aynı gitar 2014 yılında Kirk Hammett’a satılmıştı. 
Rolling Stone dergisinin En İyi 100 Gitarcı değerlendirmesinde 58. sırada yer almış; Guitar Player dergisi tarafından yapılan Tüm Zamanların En İyi 50 Gitarcısı listesine girmiş ve 1996 yılında Mojo dergisinin değerlendirmesinde tüm zamanların en iyi üçüncü gitarcısı seçilmişti.

Şubat 2020’de Londra’da “Mick Fleetwood ve Arkadaşlarından Peter Green’e Saygı” başlıklı bir konser düzenlenmiş; ancak Green konsere gelmediği gibi böyle bir konserden haberi bile olmamıştı. Her şeyden haberi olsaydı da muhtemelen umursamazdı. Aslında daha yolun başında o sahneden kendi rızası ile inmiş; kendisine teklif edilen oyunun kurallarını kabul etmediğini haykırmıştı. Zaten normal biri olsa, Peter Green olmazdı. On yıllar önce bir plakta dinleyerek nedenini anlamadan hayran olduğum bu dahi müzisyen, acımasız bir piyasada yalnız kalmış gerçek bir gönül adamıydı. Yok uyuşturucu etkisiydi, yok şizofrendi; bir yana; bana göre ruhen sosyalistti. Peter Green 25 Temmuz günü 73 yaşında hayata veda etti.

Murat Beşer ([email protected])