‘Şiddeti teşvik edenler, cinayetlerin suç ortağıdır’

Pınar Gültekin cinayeti, iktidarın kadınlara yönelik şiddeti önlemeyi temel amaç olarak gören İstanbul Sözleşmesi’ni hedef aldığı bir dönemde işlendi. Komünist Kadınlar’dan Serap Emir’le bu konuyu konuştuk.

Haber Merkezi

Beş gündür kayıp olan üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in eski erkek arkadaşı tarafından öldürüldüğü anlaşıldı. 
Cinayet, kimi zaman vahşet fotoğraflarıyla, kimi zaman katilin kriminal portreleriyle gündeme otururken, “münferit bir olay” olduğunu, sorunun bir “toplumsal sorunmuş gibi sunulduğunu”  savunanlar da ortaya çıktı.
Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler’in “Kadın cinayetlerini her okuduğumda altındaki her erkek yorumunun konuyu vakadan ayırıp genel bir toplumsal tartışmanın konusu yaptığını görmek üzücü. Ne kadar geneller konuyu dağıtırsanız o kadar vakadan ve çözümden uzaklaşırsınız” mesajı bu tür yaklaşımların rafine (!) bir örneğini oluşturdu.
Kadın cinayetlerini Komünist Kadınlar’la konuşmak istedik. Serap Emir, sorularımızı yanıtladı.

Pınar Gültekin cinayeti münferit bir olay mı? Ya da şöyle soralım, katil zanlısı Cemal Metin Avcı’yı çok sıradışı, hastalıklı bir kişilik olarak görüp, toplumun geneli açısından daha iyimser olabileceğimizi düşünebilir miyiz?

Hiç duraksamadan yanıt verebiliriz: Kadın cinayetlerini münferit olaylara indirgeyen hiç bir yaklaşımı kabul etmemek gerekir. Bunu ima eden yaklaşımlar mahkum edilmelidir. 
Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler’den gelen ilk tepkiyse çok şaşırtmıyor bizi. Kadın düşmanı iktidar partisinin kurucularından. 
Üstelik, bu “münferitleştirme” tavrı onda daha genel bir karşılık buluyor. Hatırlarsanız, birkaç ay önce son dakikada ilan edilen sokağa çıkma yasağının insanlarda yarattığı panik havasından ve oluşan tablodan yine bireyleri sorumlu tutmuş, “İki günde kimse aç kalmazdı, herkesin kileri dolu” diyebilmişti.

Yeni Şafak yazarı Ayşe Böhürler’den gelen ilk tepkiyse çok şaşırtmıyor bizi. Kadın düşmanı iktidar partisinin kurucularından. Üstelik, bu “münferitleştirme” tavrı onda daha genel bir karşılık buluyor. Hatırlarsanız, birkaç ay önce son dakikada ilan edilen sokağa çıkma yasağının insanlarda yarattığı panik havasından ve oluşan tablodan yine bireyleri sorumlu tutmuş, “İki günde kimse aç kalmazdı, herkesin kileri dolu” diyebilmişti.

Bu olayda gencecik üniversite öğrencisi bir kadının yaşamı eski erkek arkadaşı tarafından yok ediliyor. Bu hikaye, 2020 Türkiyesi’nin kadınlarının o kadar aşina olduğu bir şey ki... Hikayelerin özneleri değişse de anlattıkları hep aynı: Kadın cinayeti. Ülkemizde uzunca bir süredir her gün neredeyse en az bir kadın bu cinayetlerde öldürülürken bu olayın toplumsal bir tartışmanın konusu haline getirilmesinden üzüntü duyduğunu söyleyen kadınlara da bir o kadar aşinayız. Yakın zamanda AKP milletvekili Özlem Zengin, “biyolojik olarak kadın olmanın, kadın meselesinde doğru durmak anlamına gelmediğini” kanıtlamıştı! Şimdi Ayşe Böhürler de kadın cinayetlerini toplumsal bir olay olmaktan çıkarmaya dönük çağrısıyla, bir kez daha kendi gerçekliğini bize hatırlatıyor.

Kadın cinayetlerini toplumsal zeminden koparmaya ve tekil olaylara indirgemeye istekli kimi zaman utangaç, kimi zaman saldırganca sergilenen bu tutum aslında yeni değil ve sadece iktidar çeperindeki kadınlarla da sınırlı değil. Aynı tutumu, kadın cinayetlerini sona erdirmek üzere kadınlara siyaseti bir kenara bırakıp bir araya gelme çağrısı yapan muhalefette de görebiliyoruz. Çok yakın zamanda Kılıçdaroğlu’nun kadın kotası üzerinden böyle bir çağrısı olmuştu. Kadın cinayetlerinin politik özünü, toplumsal gericilikle ilişkisini görmezden gelip “siyasetler üstü mesele” olarak sunmak bizzat düzen muhalefetinin genel siyasetinin de bir uzantısı. 

Olayın sosyal medyada gündem olmasının ardından failin fotoğrafları da yayımlanmaya başlandı. Zanlının bu şekilde afişe edilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu örnekte olduğu gibi her kadın cinayetinin fotoğrafını görebileceğimiz bir faili elbette var. Ama bir de yüzünü göremediğimiz failler var ve o tek fotoğraf pek çok şeyi saklıyor.

Sosyal medyanın kadın cinayetlerinde bir ‘kamuoyu vicdanı’ haline gelmesi yeni değil; failin fotoğraflarının afişe edilmesi de bunun bir uzantısı. Kadın cinayetlerinde yargının aldığı gerici tutum ortadayken insanların adalete güvenini yitirmesi ve bir anlamda kendi adaletlerini yaratma eğilimi anlaşılır. Ama sosyal medya gibi anlık, geçici birtakım tepkilerden oluşan, bunların tüketilmesiyle canlılık kazanan bir mecranın, bunun için ne kadar uygun bir zemin olduğu ve etkisi de tartışılır. Bu anlamda kadınların, anlık refleksler ve anonim hesaplarla sınırlı bir mecraya değil, içinde bizzat yer alarak görünür oldukları, ilkeleri belli, çok daha örgütlü, talepleri net, somut bir mücadele aracına ihtiyaçları var. Bu araç ne kadar görünür olursa ve büyürse etkisi de o oranda büyüyecek. Komünist Kadınlar tam da bunun mücadelesini veriyor. 

Zanlının teşhir edilmesi yararlı olmuyor mu?

Bu örnekte olduğu gibi her kadın cinayetinin fotoğrafını görebileceğimiz bir faili elbette var. Ama bir de yüzünü göremediğimiz failler var ve o tek fotoğraf pek çok şeyi saklıyor. İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmak için can atan, kadın tecavüzcülerini ve tacizcilerini infaz yasasıyla serbest bırakan, her ağızlarını açtıklarında gericilik saçarak kadınları toplumsal yaşamda zayıf düşüren ve kadın cinayetlerini münferit vakalara indirgeyen gerici koalisyonu niye fotoğrafın dışında tutuyoruz? Unutmayalım, bu koalisyonun en büyük ortağı da kadınları iki yüz yıldır ‘ucuz emek gücü’ olarak çalıştıran, kadınları düşük ücretlere, esnek ve kayıt dışı çalışmaya mahkum eden sermaye sınıfı, patronlar. Bu anlamda açıkça söylemekte fayda var: Bu düzende kadın cinayetlerinin asıl faili gericilik ve piyasacılıktır. 
Kadınları öldüren AKP Türkiyesi ve onun en büyük mimarlarından olan patronlardır. 

Teşhir edilmesi gerekenler gölgede kalıyor diyorsunuz yani?

Teşhir edilmesi gerekenler ifadesi biraz hafif kalabilir. Suçlanması, suçunun hesabını vermesi gerekenler diyebiliriz.
Bakın bu cinayet, tam da İstanbul Sözleşmesi’nin iktidar tarafından bir kez daha hedef alındığı, tartışmaya açıldığı günlerde yaşandı. 
“Milli özelliklerimize uygun değil” diye başladılar, kadınların şiddete karşı korunması için alınacak önlemlerin, onlar için zararlı olduğunu bile savundular.

İstanbul Sözleşmesi’nin kadına yönelik şiddeti azaltmayıp artırdığını söyleyenler de çıktı! Oysa iktidar imzaladığı günden beri sözleşmenin hiçbir gereğini yerine getirmiyor.Yani aslında varlığından sıkıldıkları, artık kurtulmak istedikleri bir sözleşmeyi tartışmaya açmıyorlar. Gereklerini yerine getirmedikleri bir sözleşmenin biçimsel yükünden de kurtulmak, daha kötüsü o sözleşmenin amaçlarını ifade eden cümlelerden kurtulmak istiyorlar. Sözleşmenin amaçlarını gözden düşürmek istiyorlar.

İstanbul Sözleşmesi’nin kadına yönelik şiddeti azaltmayıp artırdığını söyleyenler de çıktı!
Oysa iktidar imzaladığı günden beri sözleşmenin hiçbir gereğini yerine getirmiyor.
Yani aslında varlığından sıkıldıkları, artık kurtulmak istedikleri bir sözleşmeyi tartışmaya açmıyorlar. Gereklerini yerine getirmedikleri bir sözleşmenin biçimsel yükünden de kurtulmak, daha kötüsü o sözleşmenin amaçlarını ifade eden cümlelerden kurtulmak istiyorlar. Sözleşmenin amaçlarını gözden düşürmek istiyorlar.
Şiddete uğrayan, eşinin, ailesinin ya da sevgilisinin baskısı altında terörize edilen kadınlar, devletin kendilerini korumayacağını, karakola gittiklerinde, kendilerine şiddet uygulayan kişiye teslim edileceklerini düşünüyor.
Bu, sözleşmenin tarafı olan bir devlet için bir yükümlülüğün yerine getirilmemesi demek. Daha önemlisi, bu devletin kadın cinayetlerinde bir anlamda suç ortağı olması demek.
İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açanlar, bu suçu hasır altı etmenin, suç olmaktan çıkarmanın, buradaki politikaları meşrulaştırmanın peşinde.
Ve bu şekilde attıkları her adım, açtıkları her tartışma, kadınları daha fazla şiddetin hedefi haline getiriyor.

Katil zanlısının kemalist olduğunu  söylüyorlar?

Aynı yere geliyoruz. Kadınlara yönelik şiddeti teşvik eden politikalar bir ayrım gözetiyor mu ki? Kadınlara dönük şiddeti “kocandır döver de sever de” diyerek açıklayanlar şiddete verdikleri bu onayda parti ayrımı mı yapıyorlar? Böhürler gibilerin olayları münferitleştirmek istemesi gibi iktidarın kendini bu şekilde aklamaya çalışması da boşuna.
Şiddetin kaynağı toplumsal gericiliktir. Biz gericilikle hesaplaşmamızı bu düzenle hesaplaşmamızın bir parçası olarak görüyoruz.