Çukurova'dan Karadeniz'e bir mevsimlik sömürü hikâyesi

Çukurovalı Cihan Ağaya, artık "bereketli topraklar"dan sayılmayan Çukurova'dan çıkıp Karadeniz'de fındık toplayanların bir mevsimlik hikâyesini anlattı. Kendi hikâyesini...

Cihan Ağaya

Bir mevsimlik (mi) bu sömürü?

En güzel mevsimlerden biridir yaz. Güneşi, denizi, kumu, yaylayı, tüm yılın yorgunluğunu atmak için maviliklere sürülen motorları hatırlatır insana… Denizde şezlongu şemsiyeyi, söğüt gölgesinde tatlı tatlı esen rüzgârı, coşkun akan ırmağı, piknikte kilimi karpuzu, sokakta şortu tişörtü, sahilde palmiyeyi, tiril tiril elbiseleri hatırlatır insana. Yaşadığını iliklerine kadar hisseder insan bu mevsimde. Tabi eğer işçi değilseniz. Çünkü işçiyseniz ne ilik kalır ne de kemik. Öyle ki güneşten önce uyanıp gitmek zorunda olduğunuz tarlaları, ilaçla büyütülen ağaçları, çok güzel görünen tatsız meyveleri, kimyasal gübrelerle çabucak büyütülen sebzeleri, insan olduğu için utandığınız toprak sahiplerini hatırlatır. Gün doğumunu romantik bulduğu için değil emeğini satmak zorunda hissettiği için bekleyen, güneşin kavurup kömüre çevirdiği işçileri hatırlatır. Güneşin kızgın sıcağında yazın kamyon-kamyonet kasalarına, minibüslere istiflenerek bindirilen tarım işçilerini, başınızda böğüren çavuşları, bini bir para etmeyen azarı, hakareti hatırlatır. Durup dinlenmeden saatler boyunca 40 derece sıcakta üçerli dörderli kasa çeken dalyan gibi delikanlıları, fırsat eşitliğinden yoksun çocukları, vücudunda sadece elleri ve yüzünü bronzlaştırmak zorunda kalan cefakâr kadınları, sıcaktan ve yorgunluktan düşüp bayılan insanları, tır dolmadan eve gitmek yok diyen insanlıktan payına hiçbir şey düşmeyen toprak sahibini hatırlatır.

Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar dediği yerden bahsediyorum evet Çukurova’dan. Bir zamanlar Doğu-Güneydoğudan yazın çalışmaya gelinen yerden. Eskilere “Almanya” dedirtecek kadar bereketliymiş bir zamanlar. Ama biz göremedik o günleri ve muhtemelen bir daha kimse göremeyecek. İşte yazın bu mukaddes topraklarda artık Çukurovalının bile Çukurova’da iş bulamadığı zamanlarda bir kervan göçer Karadenize. Doğu ve Güneydoğudan kalkan bu kervan yoksullarına daha fazla yoksul katmak için artık bereketsiz olan Çukurova’ya da uğrar elbette. Tıpkı Niğde’ye elma, Konya’ya pancar, Antalya’ya gül, Manisa’ya domates toplamaya giden işsiz insanların kervanı gibidir. Biz de çoluk çocuk-cümbür cemaat katılırız bu umut kervanına. Umutlu ama bir o kadar da hüzünlü bir yolculuktur bu. Önceleri kamyon kasalarında yapılan günümüzde ise 15 kişinin normal şartlarda rahat edemeyip bindiği minibüslere 30-35 kişi yatak-döşek üstünde tepeleme binerek yaptığımız bu oldukça tehlikeli yolculuk korkutsa da bizi, düşlediğimiz o bir parçacık umut karartır gözümüzü. Yolda yakalansak da hiçbir işlem yapılmayacağını bildiğimiz için korkmayız trafikten. Bir dinlenme tesisinde durup yola çıkmadan önce evde hazırlayıp getirdiğimiz yiyeceklerimizi yemek için usulca çökeriz karanlık bir köşeye. Mola bittikten sonra insan istifi tekrar başlar kutu kadar olan minibüste.

'Toprak sahibi kanlı dişleriyle karşılar bizi'

Gideceğimiz yere vardığımızda ise toprak sahibi hoş geldiniz deyip kanlı dişleriyle gülerek karşılar bizi. Kalacağımız yeri gösterir sonra. Yer dediysem öyle 3+1 daire gelmesin aklınıza. Ahırdan bozma bir göz oda. Tek göz odada 4-5 aile çoluk-çocuk, kadın erkek, genç, yetişkin bir ay boyunca bir arada yaşarız. Tek göz ahırı bile işçilere çok görenler (ki bu insanların sayıları azımsanmayacak kadar çoktur) ise çadır (naylon brandadan) kurmaları için onlara tarla-top sahası-dere yatağı-koruluk-park ve hatta yol kenarını gösterirler.

Banyo için çaktığımız kazıkları yıkanırken kimsenin görmemesi için torbalarla çeviririz. Tuvalet içinse yaklaşık bir metrelik çukur, pisliğin gitmesi içinde yine bir gider kazarız. Izdırap günlerimizin ilki aşağı yukarı böyle, yani yerleşmekle geçer. Ertesi gün sabah 05.00’te kalkan kadınlarımız kahvaltı hazırlar. Bizi almaya gelen traktörü bekletmemek için, dakikalarca önceden aşağıda olup uykulu uykulu bekledikten sonra gelen traktöre tepeleme binip tarlaya doğru zıplaya zıplaya yol alırız. Sabah 07.00’de başlayan bu çileye (çoğu zaman 07.00'den önce başlar) saat 10.00’da 15 dakikacık bir mola ile ara veririz. İnsanın götü daha yere değmeden çabucak başlayıp bitiveren bu moladan sonra kaldığımız yerden bir sonraki molaya kadar çalışmaya devam ederiz. Bir sonraki molayı ise kadınlarımızın akşamdan yorgun argın hazırladığı yemekleri yemek için saat 12.00’de veririz, saat 16.00’da ise fikrimiz sorulur da  mola isteğimiz kabul edilirse 19.00'da paydos düdüğü çalınır. Yine geldiğimiz gibi tepeleme bindiğimiz traktör römorkunda kalacağımız yere doğru zıplaya zıplaya döneriz. Eve varınca sorunlar bitmez bu defa da duş için yarışırız. Ataerkil bir toplum olduğumuzdan dolayı, erkekler 10 santimlik bir uzva sahip oldukları için önce onlar yıkanır. Kadınlarsa, erkekler yıkanırken yemek hazırlar, ertesi gün öğlen yenilecek yemeği yapar, daha sonra bulaşık ve elbiseleri de yıkadıktan sonra çoğu zaman duş alamadan yatar. Toprak sahiplerimiz tarlaya geldiğinde bir günaydın bile demeden “hade, hadee, hadee” diyerek selam verir. Çoğu zaman azarlar, hakaret eder. Başımızda güya bizi yöneten “Çavuş” ise “ağa ne derse desin sesinizi çıkarmayın” deyip ikaz eder. Özellikle gençler isyan eder bu yapılanlara. Ama çavuş her defasında uyarır yine.

Denetim için geldiklerinde...

İşçiyi çok sevdiği için nasıl koruyacağını bilmeyen kamu görevlileri ise denetim için geldiklerinde sigortasız çalıştırıldığımızı ve oyun çağında olan çocuklarımızı sakladığımızı aldıkları nefes kadar iyi bilirler. Tüm bu bildikleriyle toprak sahibinin ısmarladığı güzel yemeklerden yedikten sonra hayır dualarını da alarak denetim için başka tarlaların yolunu tutarlar.

Şehir dışından gelenlerin 75 liraya, yerlilerin ise 100 liraya çalıştığını söylemeden edemeyeceğim. Aradaki 25 liralık farkla çalışırken neden böyle diye sorduğumuzda “Biz size kalacak yer veriyoruz, tüpünüzü alıp, elektriğinizi suyunuzu ödüyoruz” diyorlar. Oysa işleri bittikten sonra aynı yolda karşılaştığımız toprak sahipleri selam dahi vermiyorlar. Dükkânlarından alışveriş yaptığımızda yüzümüze dahi bakmak istemiyorlar. Onlarla çalışırken “Biz Kürtlerle kardeşiz” deyip hiç bahsi edilmediği halde küfretmeye başlıyorlar. Oysa bizim onlardan istediğimiz tek şey bir parçacık tebessüm. Sonra da işimizi bitirip evimize dönmek. Mevsimlik işçiler olarak o kadar küçük duruma düşürüyoruz ki kendimizi, ne derlerse desinler ne yaparlarsa yapsınlar topu topu bir ay deyip, başımızı eğip, dişimizi sıkıp, bakışlarımızı kaçırıyoruz onlardan.

Tarlaların hiçbirinde tuvalet olmadığı için dışkılarımızı ağaç köklerine gübre olarak kullandıktan sonra, altımızı tuvalet kâğıdı gibi kullandığımız yapraklarla yıkamadan siliyoruz. Kadınlar ise tarım işçileri için büyük önem taşıyan bu eylemi gerçekleştirmek için biri gözcü olmak üzere iki kişi olarak gidiyorlar.

İnsanların tekrar kullanabilecekleri uzay araçları yaptıkları bir çağda biz bir gündelik kazanabilmek için bunca rezilliğe katlanıyoruz. Üstelik gündelikten kazandığımızın yüzde onunu da dayıbaşı/elci denen bize bu lanet işi bulan insanlara veriyoruz.

Kim bu yapılan haksızlıklara karşı çıksa “Zaten bir aylık bir iş sesinizi çıkarmadan çalışın” deyip susturmaya çalışıyorlar. Oysa bizim bir mevsimde topladığımız milyonlarca fındık 1 yıl içerisinde tüketiliyor. Bu da bu sömürünün (aynı diğer yerlerde olduğu gibi) bir mevsimlik olmadığını gösteriyor. Üstelik yoksul insanların yara bere içinde olan elleriyle topladıkları fakat hiçbir zaman diledikleri kadar yiyemediği fındıkları hiç emek harcamayıp emekçileri de yok sayarak tüketen insanlar gün geçtikçe zenginleşmeye devam ediyor.

'Toplanacak fındığı olduğu için bizi karşılayan uğurlamaya gerek duymuyor'

Her mevsim olduğu gibi bu mevsim de bize ayrılan sürenin sonuna geldiğimizde, tarlalarda çocuklarımızın ve kadınlarımızın toplayacağı fındık kalmadığında kundağımız kefen bezimiz olan Çukurova’mıza dönmek ve yine aynı şekilde yola çıkmak için hazırlanıyoruz. Geldiğimizde toplanacak fındığı olduğu için bizi karşılayan toprak sahibi artık böyle bir kaygı yaşamadığı için bizi uğurlamaya bile gerek duymuyor. Eeee, ağamın işi bitmiştir nasıl olsa. Gelecek yıla kadar…

Diledikleri gibi sömürdüler bizi bu yıl da. Yine aşımızdan, ekmeğimizden, alın terimizden çaldılar. Peki nereye kadar?

Nereye kadar devam edecek işçiyi ahırlarda barındıran bu insanların düzeni. İşçiler daha ne kadar tuvaleti, banyosu olmayan sağlıksız yerlerde kalıp, canı pahasına 12 saat boyunca molasız, sigortasız aç acına çalışacaklar. Dinlenmek için benzin kokan bidondan yosunlu su içmeye ne zamana kadar razı olacaklar. Daha ne kadar çabucak devrilebilen traktör römorkunun altında feci şekilde can veren insanların arasında birilerinin onları kurtarmasını bekleyecekler.

Yüzyıllardır süren bu vahşi düzende biz emekçiler için iki seçenek var; ya şu an olduğu gibi hiçbir şey yapmadan şikâyet edip Godot’yu bekleyeceğiz ya da bizden sonraki insanların da insanca yaşayabilmesi için bu kokuşmuş düzeni al aşağı edip ayaklar altında olan insanlık onurumuzu bize tüm bu ezilmişliği reva gören insanlardan kurtaracağız. Yaşadım diyebilmek için…