'Halkın kendi rasyonalitesinin farkına varması umulmadık bir hızla bütün dengeleri değiştirebilir, oyun en baştan ve yeniden kurulabilir.'

'Yoksullaştıran büyüme' bitti, sırada 'yoksullaştıran küçülme' var

Merkez Bankası 2021 yılının 23 Eylül’ünde politika faizini yüzde 19’dan yüzde 18’e indirdiğinde 1 dolar 8,67 Türk Lirası’ydı. Bir ay sonra 21 Ekim’de, bu sefer iki puan indirimle faizin yüzde 16’ya düşürülmesinden hemen önce 9,28 TL olan dolar, alınan kararın ardından gün içinde 9,48 TL’ye, ertesi gün de 9,58’e yükselmişti. Kasım ayında bir puan daha indirime gidilip faiz 15’e çekildikten sonra 11 liranın üzerine çıkan dolar, 16 Aralık’taki bir puanlık indirimle birlikte 16 lirayı geçmiş, bir hafta sonra ise 19 liraya dayanmıştı. Yılın ilk günü, yani 1 Ocak 2021’de kurun 7,43 lira olduğu düşünüldüğünde yaşanan değer kaybının muazzam olduğu görülebiliyordu.

Türk Lirası’nın bu hızlı değer kaybına enflasyondaki kaçınılmaz artış eşlik etmiş ve ilk faiz indiriminin yapıldığı Eylül ayında yüzde 19,58 seviyesinde olan enflasyon Ekim ayında 19,8’e, Kasım ayında 21,3’e ve Aralık ayında çok hızlı bir sıçrayışla yüzde 36’ya fırlamıştı. 2021’in ilk ayında enflasyonun yüzde 14,9 olduğu düşünüldüğünde bir yıl içerisinde gelinen nokta açıktı. Özellikle son üç ayda, yani çok kısa denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde ise çok hızlı bir şekilde hem cebimize giren paranın alım gücü düşmüş hem de fiyatlar genel düzeyi artmış, çifte bir yoksullaşma süreci yaşanmıştı.

Bu ani yoksullaşma sürecinin bir şok etkisi yaratması ve toplumsal öfkeyi artırması kaçınılmazdı elbette ama emek hareketinin ve toplumsal muhalefetin gardı iktidar ve muhalefet eliyle çoktan düşürülmüş, Türkiye toplumuna uzunca bir süredir sokak unutturulmuştu. Yine de 23 Kasım günü sosyalistlerin de katkısıyla Ankara’da kendiliğinden diyebileceğimiz bir kıpırdanma olacak ve Esat’tan Kızılay civarına uzanan bir halk yürüyüşü gerçekleşecek, buna başka illerden de ses verilecekti.

Bu hafif kıpırdanma bile hem iktidarda hem muhalefette derin bir ürküntü yarattı ve taraflar anında pozisyon aldılar. CHP, halkın siyasete dâhil olmasından korktuğu ve sandık dışı her türlü mücadele biçimini reddettiği için yükselen öfkeyi pasifize etmesi gerektiğini biliyordu. Bu nedenle hemen topluma itidal çağrısı yapıldı ve sokaktan uzaktan durulması gerektiği söylendi, eylem yapılacaksa bunu CHP yapardı. 4 Aralık’ta Mersin’de “Milletin Sesi” adı verilen büyük bir miting düzenleneceği ve devamının da geleceği belirtildi. Halkın gazını almak için sahiden de o miting yapıldı ama gerisi gelmedi.

İktidar cenahı da gelişmeleri yakından takip ediyordu elbette. Öyle ki 23 Kasım eylemlerinden sadece üç gün sonra, 26 Kasım’da Milli Güvenlik toplantısı yapıldı ve alınan kararlardan birinin daha önce pek rastlanan cinsten olmadığı görüldü. MGK bildirisinde “Türkiye’nin hedeflerine uygun şekilde ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı karşılaşabileceği sınamalar ve tehditler değerlendirilmiştir” deniliyordu. “Sınama ve tehdit”le kast edilen şey halkın hızlı yoksullaşmaya verebileceği tepki ve emek hareketinin, toplumsal muhalefetin yükselme ihtimaliydi.

2022: İşçi hareketinin kısa baharı

Sahiden de Türkiye 2022 yılına son yıllarda eşi görülmemiş bir işçi mücadelesiyle başladı. 24 Ocak günü Trendyol kuryelerinin İstanbul’da kontak kapatmasıyla başlayan eylem kısa sürede diğer şehirlere de sıçradı, ardından Yurtiçi Kargo ve Hepsijet, Banabi çalışanlarının eylemleri geldi. Aynı günlerde Sivas Divriği’deki bir maden firmasında çalışan işçiler ücret artışı talebiyle üç günlük bir eyleme gittiler ve ciddi bir kazanım elde ettiler. Şubat ayında Migros işçilerinin direnişine, Alpin ve Öztaş çorap fabrikalarındaki direnişler eklenecek, bunu Aliağa gemi söküm tersanesindeki işçilerin eylemi izleyecekti. Aynı ay Antep’te de çok sayıda tekstil fabrikasında işçiler greve gitmişti. En büyük eylemlerden biri ise Farplas’ta gerçekleşti. İşçiler fabrikada direnişe geçtiler ve çevik kuvvetin müdahalesi neticesinde 200 işçi gözaltına alındı.

Emek Çalışmaları Topluluğu’nun hazırladığı rapora göre Ocak ve Şubat aylarında tam 108 grev gerçekleşmişti ve bunlardan 107’si fiili sadece biri “yasal”dı. Bunlardan 96’sı düşük ücret zamlarına karşı yapılan grevlerdi, bu grevlere 17 binden fazla işçi katılmıştı ve en az 49 grevde kazanım sağlanmıştı.

Bu eylemlerin her biri kamuoyunda ciddi ses getirdiyse de ortak bir mecraya akmadı, işçi sınıfının diğer kesimleriyle, memurlarla, öğrencilerle buluşmadı. Alanlardan, meydanlardan yüz binlerin katıldığı büyük mitingler yapılmadı, grevler, boykotlar halka halka genişlemedi, büyümedi, buradan yeni bir toplumsal muhalefet dalgası çıkmadı.

Çıkmadı, çünkü sosyalistlerin bu dalgayı büyütecek bir gücü yoktu, düzen muhalefeti ise bu eylemleri görmezden geldi. Esnaf ziyareti yapıp ekonominin durumunu sormayı siyaset zannedenler gayet bilinçli bir şekilde bu eylemlerden uzak durdular. Bir grev çadırını, bir eylem alanını dahi ziyaret edip eylemleri kamuoyunun gündemine taşımak, büyütmek, yaygınlaştırmak için en ufak bir çaba göstermediler. İktidarı en zayıf olduğu anında erken seçime götürecek bir strateji bu eylemlerin toplumsallaştırılması ve halkın öfkesinin politize edilmesi üzerinden izlenebilirdi ama bilinçli olarak izlenmedi.

Yaklaşık iki ay süren bu eylem dalgası sönümlendikten sonra irili ufaklı işçi direnişleri yine yaşandı ama bunlar herhangi bir etki yaratmadı. Muhalefet ise bambaşka işler peşindeydi. Kılıçdaroğlu elektrik faturası ödememe eylemi yapıyor ve günlerce karanlıkta oturuyordu örneğin ama eyleminin bireysel olduğunu üzerine basa basa söylüyor ve halka asla aynısını yapmama çağrısında bulunuyordu. Oysa geniş kapsamlı bir fatura ödememe/fatura yakma dalgası dahi toplumun öfkesini politize edebilir ve iktidarı çok zorlayabilirdi.

Yaşanan derin yoksullaşmanın bir strateji doğrultusunda politize edilmemesi, halkın siyasete dâhil edilmesinden duyulan korku, siyaseti seçim kampanyasından ve aday tartışmasından ibaret görme… Bunların hepsinin bir bedelinin olacağı belliydi ve oldu da. Tarihinin en hızlı yoksullaşma sürecini yaşayan Türkiye yaprak kıpırdamadan, çıt çıkmadan seçime götürüldü ve iktidar geçtiğimiz haftalarda anlattığımız mekanizmaları da kullanarak sandıktan bir kez daha çıkmayı bildi. Devletleşmiş bir partiyi ancak toplumsallaşmış bir muhalefet yenebilirdi ama bu yapılmadı ve kaybedildi.

'Rasyonel' politikalar, 'yoksullaştıran küçülme' ve direniş

Bugün gelinen noktada iktidar “yoksullaştıran büyüme” olarak adlandırılan ekonomi politikalarını revize edeceğinin işaretlerini veriyor. Ekonominin başına Mehmet Şimşek’in, Merkez Bankası’nın başına Hafize Gaye Erkan’ın atanması “rasyonel politikalara dönüş” denilerek topluma pazarlanmaya çalışılıyor. Her ikisi de uluslararası finans çevrelerinin has elemanı olan Şimşek ve Erkan’ın rasyonel politikaları ne anlama geliyor peki?

Aslında basit: Bütün IMF orijinli/neoliberal politikalarda olduğu gibi bir kez daha enflasyonu düşürmek adına iç talebin kısılması hedeflenecek, bunun için de faizler yükseltilecek, çarkların dönüşü yavaşlatılacak, emekçilerin reel alım gücü aşağıya çekilecek, yani bir kemer sıkma programı izlenecek, “acı reçete” yine halka içirilecek.

Elbette ki Erdoğan’ın faiz meselesine bakışı, bu politikaların en çok AKP tabanını vuracak olması ve 9 ay sonraki yerel seçimler gibi faktörler Şimşek/Erkan ikilisinin oyun alanını daraltacak ama yine de kendilerine çizilen sınır içerisinde akıllarındaki programı hayata geçirmeye çalışacaklar. Çarkların yavaşlatılması ise kaçınılmaz olarak beraberinde “yoksullaştıran küçülme”yi getirecek. Yani yoksullaşmanın yanına bu sefer de yoğun bir işsizlik dalgası eklenmesi ihtimali ortaya çıkacak.

“Yoksullaştıran büyüme” politikalarının özellikle beyaz yakalılarda/”orta sınıflar”da ciddi bir yoksullaşma yarattığını ve iktidara yönelik bir öfkeyi/kopuşu getirdiğini biliyoruz. Mavi yakalılar ve alt sınıflarda ise ekmekleri küçülmesine rağmen geçtiğimiz haftalarda anlattığımız belli mekanizmalar nedeniyle bu kopuş sınırlı ölçüde olmuş, AKP’nin tabanı çözülmemişti. Ancak bugün gelinen noktada “rasyonel politikalar” diye pazarlanan ve holding profesörlerince reklam çalışması yapılan “yoksullaştıran küçülme” programı beyaz yakalılarla birlikte alt sınıfları da çok şiddetli bir şekilde vuracak, yüksek maliyetlerle borçlanmaya, krediye ulaşamamaya, tüketim olanaklarının daralmasına bir de işsizlik dalgası eklenecek.

Seçim öncesi toplumun yoksullaşmaya duyduğu öfke politize edilmemiş, aksine “sandığı bekleyelim, aman oyuna gelmeyelim” diyerek sönümlendirilmişti. Seçim sonrasının ekonomi politikaları ise sadece beyaz yakalıların değil mavi yakalılarının da yani geleneksel işçi sınıfının da hayatını altüst edecek. Belki klişe bir tabir olacak ama bu da sınıfsal çelişkilerin derinleşmesi anlamına gelecek.

Seçimin, sandığın, aritmetik hesapların ötesinde, derinleşen çelişkilerin açığa çıkaracağı öfkeyi örgütleyecek ve büyütecek bir strateji sınıfı siyasete, siyaseti de sınıfa taşıyabilir. Halkın kendi rasyonalitesinin farkına varması umulmadık bir hızla bütün dengeleri değiştirebilir, oyun en baştan ve yeniden kurulabilir.