Erdoğan’ın çok uzun süredir böyle bir görünüm sergilediğini düşünmek çok da yanlış sayılmaz.

Ürkek kabadayı

İkisi bir arada olur mu? Ürkeklik ile kabadayılık, diyorum, ikisi birlikte ve hemen hemen aynı anda bir kişide görülebilir duruma gelir mi? Bir oksimoron sayılabilir, ama gerçeklikte ne kadar sık rastlanır tartışmasına hiç girmeden, her günkü hayatımızda yabancı olmadığımız, uzun süredir çok iyi tanıdığımız bir kişiliği anlatmak için kullanıyorum bu tamlamayı. Oksimoron niteliğini biraz daha belirginleştirmek için, ürkek yerine korkak da denebilirdi, diyenler çıkabilir. Anlatımı güçlendirmek bakımından gerekli olduğunu sanmıyorum.

Kabadayı çok kullanılan bir sözcük kuşkusuz. Üstelik, zaman zaman sanıldığının tersine, pejoratif (kötüleyici)  bir anlam taşıdığı da ileri sürülemez. Yine de sözlüklerdeki karşılığına bakmakta sakınca yok: “Korkusuz, iyi dövüşen, kendine özgü namus kurallarının dışına çıkmayan kimse” demek oluyor. Ayrıca, ilginç gelebilecek, ama buradaki anlamların dışında  bir ek de yapalım: Derleme Sözlüğü, Ege yöresinde “genç, evlenmemiş delikanlı” anlamına rastlandığını belirtiyor. Ürkek sözcüğünü ise korkak kadar belirgin olmayan, “çekingen” sözcüğüne yakın bir anlamda kullanıyorum.

Erdoğan’ın çok uzun süredir böyle bir görünüm sergilediğini düşünmek çok da yanlış sayılmaz. İktidarının başlangıcında ürkek ile korkak sözcüklerinin yerlerinin değiştirilmesinin daha gerçekçi olacağı söylenebilirdi; artık öyle değil. Ülkemiz açısından benzeri olmayan, bütün dünya ülkeleri için de benzerine rastlanmayacak uzunlukta bir süre boyunca iktidardadır. Sahip olunan ya da kullanılabilir güç düzeyi bu uzun sürenin değişik dilimlerinde epeyce farklılık göstermiş olsa da, bir tür ortalama alındığında, böyle bir iktidar deneyiminin hem bir özgüven sağlaması hem de ülke içinde ve dışında, bu sözcüğe bir değer yargısı yüklemeden söylenirse, bir saygınlık kazandırması doğaldır. Benim pek sevmediğim deyişle “eşyanın tabiatı gereğidir”.

Bunca lafı şunun için ediyorum: Erdoğan’ın kendi partisinin meclis grubunda yaptığı üç gün önceki konuşmada, eskiden “dehşetengiz” denirdi, öyle görünen bir eda ile söyledikleri,  emperyalist merkezlere yaranma peşindeki bazı çevrelerde, “Batı”nın asıl dostunun kendileri olduğunu  göstermek bakımından yeni bir fırsat yarattığı düşüncesine yol açmış olabilir.  Gözünü kan bürümüş İsrailli yöneticilerle “Batılı” hükümetlerdeki bazı sıradan yetersizlerin sıcağı sıcağına atıp tutmaları da, bir olasılık, bu fırsatın büyüklüğü konusunda abartılı beklentileri kışkırtmıştır. Oysa, eğer o merkezler tümüyle bunaklar ve zırcahil çömezler tarafından yönetilmiyorsa, öyle bir fırsatın gündemde olmadığı bellidir. Kısa bir süreliğine gündeme girse bile, tarafların düzeltici tutum ve açıklamaları ile, ortalığın sütliman olması ve “hür dünya”nın yeni ortaklığına adaylık peşindekilerin bir kez daha hayal kırıklığı yaşamaları yüksek olasılıktır. En azından, şimdilik.

Bu akılyürütmeyi ileride olabileceklere ilişkin spekülasyonlara hiç girmeden sürdürmek için şöyle devam edebiliriz: Erdoğan’ın güncel kaygılarının başlıca iki boyutundan söz etmenin mümkün olduğu  görülüyor.

Birincisi, kendisinin ve partisinin toplumsal tabanında açıkça fark edilir duruma gelmiş erimeyi durdurmak, olabilirse, bazı kazanımlarla geriletmek. Bunu halk yığınlarında gittikçe koyulaşan sefaleti önleyerek yapabilmek hemen hemen imkânsız. Öyle bilerek ve bilmeyerek düzenin değirmenine su taşıyan sözde muhalif kesimlerin tekrarlayıp durdukları gibi hikmetinden sual olunmaz bir ekonomi biliminin gereklerine uyulmadığı için değil. Kendi özelliklerinin ve bu anlamda “kaderinin” ürünü olarak çıkmazdaki Türkiye kapitalizmi, ona bu şansı tanımıyor. Öyleyse, kendi geleneksel denilen tabanını pekiştirmek ve oradaki safları sıklaştırmak, ilk akla gelecek yoldur. Simgesel olarak Ayasofya atılımı ile aşama kaydettiği düşünülebilecek bu yolda epey bir adım atılmıştır. Geçmişi ne kadar geriye giderse gitsin, sınır tanımaz bir şiddette ortaya çıkıveren Filistin krizi, bu yolda daha ileri adımlar atılabilmesi için bazı imkânlar sunmuştur; yenilerini de sunabilir. Son grup konuşmasındaki eski dost Hamas’ı mücahit mertebesine yükselten çıkışın basbayağı kabadayılık olduğu teslim edilmelidir. Böyle bir kabadayılığın büsbütün arkasız olduğu  sanılmamalıdır; çünkü, İsrail vahşetinin ulaştığı ve daha nerelere varabileceği kolayca kestirilemeyen pervasızlık, bu tür kabadayılıklara dünyanın her yerinde şu ya da bu ölçüde bir sempati dayanağı sağlayabilir.

Ancak, kaygıların ikinci bir boyutu daha var. Az önce değindik, ürünü ve savunucusu olduğu Türkiye kapitalizmi onun elini biraz olsun rahatlatamayacak kadar bitkin durumda. Bu yüzden kabadayılığın sınırları çok daralıyor; hatta gerçeklik karşısındaki uyumsuzluk, düpedüz gülünç bir görüntü ortaya çıkarıyor. Konu ettiğimiz grup konuşmasında Hamas’a sahip çıkılışının hemen ardından, “Bizim İsrail devleti ile sorunumuz yok.” cümlesinin  gelmesi başka nasıl anlaşılabilir? Hamas’ı terörizmden temizleyen sözler, içerideki toplumsal tabanının nabzını tutmaya ve yükseltmeye yöneliktir. O nabzın ne kadar yükseltileceği ise, 28 Ekim’de yapılacak İstanbul mitinginde hem Erdoğan’ın konuşması hem de katılımın rengi ve büyüklüğü ile  biraz daha anlaşılacaktır. Hamas’ı açıkça sahiplenen sözlerle İsrail devleti ile sorunumuz yok sözlerinin art arda gelişinde bir tutarsızlık aramak boşunadır, bir yere götürmez ya da şöyle diyelim, götürdüğü yer Erdoğan’ın yapmak istediğini anlamamızı sağlamaz. Dünya halklarının gözünde git gide büyük bir nefret nesnesine dönüşen Netanyahu başkanlığındaki hükümeti başkadır, onun dışındaki devleti başkadır İsrail’in; ikincisi, ilkinin günahlarından sorumlu tutulamaz, dolayısıyla  onunla çeşitli alanlarda ve biçimlerde işbirliği yapabiliriz. Anlatılmak istenen bu olsa gerektir.

Peki, bu tür bir yaklaşım ne kadar inandırıcı olur ve ne işe yarar?

İlk sorunun yanıtı, içerideki taban açısından belli bir inandırıcılığı olur elbette, biçiminde verilebilir. Daha nelere inanmadılar ki! Ayrıca, inandırıcılığın yanı sıra, başka bazı maddi desteklerle, o tabanın daha da daralmasını önlemeye katkı sağlanabilir.

Dışarıdakilerin gözünde ise inandırıcılık çoktan beri epeyce geri plandadır. Çeyrek yüzyıla yaklaşan bir kesintisiz iktidar söz konusudur; herkes herkesi yeterince tanımıştır artık. Asıl önemli olan, söylenenlerin içeride neye ve ne ölçüde yaradığının anlaşılmasıdır; çünkü, dışarıdakiler açısından henüz Türkiye içinde ortaklığa başka bir aday görünmemektedir.