Çarpıcı bir roman “Üç İstanbul”,  halkın hiç ortalıkta görünmediği bir roman aynı zamanda… “Duygusal Eğitim”deki Frederic’ gibi Adnan da merdivenin tepesinden izler halkı, kibirle.

Üç İstanbul ve Duygusal Eğitim

Uzun bir ara verdim yazılara bilmem farkında mısınız? Ama madem artık sonbahardır gelen, eteğimizde birikmiş sarıdan kızıla dönen yaprakları çürümeye bırakmak yerine işlemek, nakışlamak resimlemek gerekli. Kendimi abarttığımdan değil, sonuna kadar söyleşmeye, anlatmaya, paylaşmaya inandığımdan ötürü. Bildiğimi söylemeli, okuduğumu anlatmalı, bilgimi paylaşmalıyım. Nihayetinde değil mi ki bu yurdun okumuşuyum, elbette halkıma karşı, insanlığa karşı sorumluyum ve borçluyum.

Çok zaman geçti ve zaman hızla geçiyor. Kucağımda altı haftalık bir kedi yavrusuyla, bitmeyen bebek miyavlamalarına karışan yağmurun sesiyle yazıyorum. Kurmacayla gerçek arasındaki sınır belirsizleşiyor, gerçek kurmacaya, kurmaca gerçeğe doğru akıyor, sızıyor. Zor geçen bahar ve bezdirici yazdan sonra toparlanmak, sevinmek ve hissetmek adına okuduklarım ve okuyacaklarımla, yaptıklarım ve yapacaklarımla tatlı hayallere dalıyorum, bir yandan yazmanın keyfine damla damla varmak istiyorum.

Gustave Flaubert’in “Duygusal Eğitim”i ile Paris’e gidiyorum. 15 Eylül 1840’ta başlıyor roman, ardından 1848 Devrimi ve 2. Cumhuriyet’e uzanıyor. Eylemsiz Frederic’in gençliğinden yaşlılığına, aşklarından düşkünlüklerine uzanan hayatı önde,  devrimlerin Paris’i arkada nefes nefese bir okuma deneyimi vadediyor.

“Kral gitmiş! Ah eğer buna inanmıyorsanız gidin kendiniz görün!

(…) Zafer Takı yakınında  yere serilmiş bir at ölüsü vardı. Şatonun kapıları açıktı; hizmetkârlar eşikte durmuş girişe izin veriyorlardı. (…) Büyük merdivenin altında bir adam kayıt defterine kendi adını yazıyordu. Frederic onu arkadan tanıdı.

Bak sen! Diye cevap verdi Bohem. “Kendimi saraya sokuyorum. Ne harika bir komedi değil mi? Birden ‘la Marseillaise’ ortalığı çınlattı. Ferederic ve Hussonnet tırabzandan eğildiler. Aşağıdaki halktı.”

Frederic’in  halka ve devrimlere bakışı tıpkı yukarıdaki sahne gibidir. İzleyen, değerlendiren, yorumlayan, saptayan ancak hep merdivenin tepesinden bakan “her türlü zaafın adamıdır Frederic belki de Zola’nın bakışıdır bu.

“Genel olarak acımasız davrandılar. Mücadeleye katılmamış olanlar kendilerini göstermek istiyordu. Korku büyüktü. Hem gazetelerden, kulüplerden, gruplaşmalardan hem de doktrinlerden ve üç aydır insanı deli eden ne varsa hepsinden intikam alıyorlardı; zafere rağmen, eşitlik (hem eşitliği savunanların cezalandırılması hem de eşitliğe düşman olan tarafların alaycılığı ve küçümsemesinde eşitlik) kendini parlak bir şekilde gösteriyordu, kudurmuş hayvanların eşitliğiydi, alçakça yapılan kanlı eylemler düzeyinde bir eşitlikti bu. Çünkü çıkara tapmanın sonucu, arzuların gözü dönmüşlüğünde kimse kimseden aşağı kalmamış, aristokrasi kendini sefih bir çılgınlığa kaptırırken, dar kafalı burjuva da çirkinlikte kızıl kafadan aşağı kalmayan yüzünü göstermişti. Halkın sağduyusu büyük doğa felaketlerinin ardından olduğu gibi allak bullak durumdaydı. Aklı başında insanlar bu yüzden hayat boyu birer budala olarak kaldı.”

“Duygusal Eğitim”in Frederic’ine karşı Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”unun Adnan’ı. Arada yaklaşık elli yıllık bir farkla aynı kibirden aynı tamahkârlıktan payını alan iki genç adam.

Ancak “Şair Raif’le başlayan,  Hidayet’le biten bir adam Adnan!..”  Hidayetse “27 yaşında, hâlâ rütbeli ve Osmanlı İmparatorluğu devlet adamlarındandır. Gündüz saraydan para alır, gece saraya söver.” Muhacir çocuğu, ezilmiş, kibirli, hırslı, yoksul Adnan gazetede yazar, bir de bir türlü bitiremeyeceği bir roman yazar. Adnan, İstibdat Dönemi’nde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul’daki adamıdır.

Üç İstanbul’u anlatır roman. II. Abdülhamit’in İstibdat Dönemi İstanbul’u, Meşrutiyet ile İttihat ve Terakki’nin İstanbul’u ve Mütareke Dönemi İstanbul’u. İlk dönem neredeyse Hidayet’in köşkünde geçerken, ikinci İstanbul Adnan’ın zenginleştikten sonra aldığı taş konakta geçer…

“Adnan her gün bir parça daha zengin oluyordu. Dâhiliye Nazırı ile köprüye beraber indikleri her gün Adnan’ın Eminönü’ndeki yazıhanesine birkaç kocaman dava geliyordu: Saray kadar, çiftlik kadar, memleket kadar büyük davalar…”

1908 Devrimi Adnan’ı zenginleştirir, güce ve iktidara kavuştukça yozlaşır, yozlaştıkça kibirlenir, kibirlendikçe güç ister, güçten düşmesiyle yalnızlaşır, yalnızlaştıkça budalalaşır, budalalaştıkça zavallılaşır nihayetinde cenazesine 7 kişinin geldiği bir Adnan olarak vaktinden önce olgunlaşmadan çürümüş meyve olarak toprağa karışır.

Ama önce bekler Adnan, 3. İstanbul’da savaş vardır, Ankara vardır İstanbul hükümeti vardır. Bekler…

“Fakat aylar geçti: İttihat ve Terakki’nin Sadrazam’ı ona Babıâli’de telefon etmiyordu. O zaman bütün hasretiyle Ankara’ya inandı. Yemekte Prenses Bahire’ye anlatıyordu: Zaten o, vaktiyle bütün arkadaşlara söylerdi. Bütün memlekette bir tek adam vardı: Anafartalar kahramanı! Şimdi vatan bir insan gibi ölürken bir insan bir vatan gibi ayaktaydı: Mustafa Kemal!

(…)

Aylar geçiyor, Ankara’dan çağırmıyorlardı. Adnan’ın ruhundan tırnakları uzanıyor, dişleri ürperiyordu. ‘Onlar’la yan yana dursaydı Millî Mücadele’ye daha çok inanacaktı. Uzaktan baktığı için ‘mucize’ye tuhaf gözlerle bakıyordu.  İçinden ‘Başaramayacaklar!’ diyor, sonra utanıyor, boş odada etrafına bakınıyor, kendisine kızıyor, akşam yemeğinde Prenses Bahire’ye birdenbire, ‘Göreceksiniz efendim, Yunan tüfeklerindeki İngiliz kurşunlarını kanımızla söndüreceğiz biz!’ diyordu.”

Ancak sakladığı kalpağı ile bekler Adnan, çağrılmayı bekler ve izler, hareketsizce.

Çarpıcı bir roman “Üç İstanbul”,  halkın hiç ortalıkta görünmediği bir roman aynı zamanda… “Duygusal Eğitim”deki Frederic’ gibi Adnan da merdivenin tepesinden izler halkı, kibirle.

Çelişkilerin ve eylemsizliğin iki roman kahramanı Frederic ve Adnan, son derece başarılı çizilmişler. Romanlar ise satır aralarında da, fısıltılarında da çok şey söylüyor, farklı okumalara kapı aralıyor, diriltip heyecanlandırıyor. Daha ne olsun.

Neyse ki minik kedi Rıfkı sustu, yağmur dindi, yazı bitti.