Tekellerin gençlerin önünü açtığı falan yok elbette. Daha doğrusu, önlerini açtıkları, nerdeyse bebelikten alıp yetiştirdikleridir.

Tekeller gençlerin önünü mü açıyor?

Biz işçi, işveren ve devleti birbirinden ayrı düşünmüyoruz. İşçi olmazsa, işçi çalışmazsa işveren olmaz. İşveren olmazsa işçi nerde çalışsın? Devlet olmazsa da zaten bunların hiçbiri olmaz.

Bozguncu fikirleri şapa oturtacak bu sözlerin sahibi, günümüzün “harika çocuk” adaylarından bir yönetici. Dolayısıyla, bir alıntıdır ve tırnak içinde verilmesi doğru olurdu. Ama öyle yapmadım; çünkü, kendisini dinledikten epey sonra bir kenara not etmiştim; eksik aktarmış, bazı sözcükleri değiştirmiş olabilirim. Yine de eklemeliyim: Anlatılmak isteneni çarpıtan bir eksiklik kesinlikle söz konusu değildir.

Harika sözcüğünün yarattığı alaysı edanın yeterince açıklayıcı olduğunu varsayarak çocuk deyişime geçersem, bu sözleri söyleyenin sadece 41 olan yaşını belirtmem gerekir. Bulunduğu yere gelişinin de 4 yıllık bir geçmişi olduğuna göre, anlaşılan, otuzlu yaşlarında o koltuğa oturmuş. Halkımızın “bu yaşta bu zekâ” alaylı sözünü biraz değiştirirsek, “bu yaşta bu mertebe” diyebiliriz; mertebeyi birazdan açıklayacağım. Gerçi son günlerde, aşağı yukarı bu yaşlardaki gençlerin önemli yerlere getirilişine, hatta çoktan getirilmiş oluşuna bakılırsa, ülkemizde gençlerin önlerinin açılmış olduğu ileri sürülebilir. Sözgelimi, Merkez Bankası’nın başına getirilen hanımefendinin de hemen hemen bu yaşta olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Bu duruma bakarak gençler de fazla ağlaşmasınlar, çalışan kazanıyor, diyecekler saymakla bitmez herhalde. Bunları gençlerin yüzüne karşı söyleme cesaretini gösterecekler ise koruma ordusu ile dolaşsalar iyi ederler. 

Neyse, en baştaki sözlerin sahibine gelemedim hâlâ. Ama şu “harika çocuk” sözü, geçenlerde aramızdan ayrılan büyük kemancımızı hatırlattı. Onu anmadan geçemem. Daha doğrusu, onun, Suna Kan’ın son eşi, bizim Atilla Hocamızı, Atilla Sönmez’i. Bundan 16-17 yıl önceydi galiba, Suna Hanım konsere çıkmaya hazırlanırken eşinin ölüm haberini almış ve “Atilla’nın bana verdirdiği sözü tutuyorum” diyerek konserini gerçekleştirmişti.

Şimdi oturmuş yazmaya çalışırken, öyle hocalardan iktisat dersi alışımızın üzerinden yarım yüzyıldan bile daha uzun süre geçtikten sonra, eşi benzeri görülmemiş ekonomistlerin bir o kadar duyulup işitilmemiş kuramlarındaki hikmeti anlamakta güçlük çekiyoruz. Kaderin cilvesi dedikleri de bu mudur, nedir! Yoksa, böyle sözlerle işi naifliğe vurup kendimizi mi avutuyoruz?

***

Yazının girişine yerleştirdiğimiz sözleri, Salı günü, yeni asgari ücretin açıklanışı sırasında, ilgili komisyonun üç tarafından biri olan işverenler konfederasyonunun başkanı söyledi. Adı Özgür Burak Akkol, yaşı, yukarıda da yazdım, 41 idi. Yaşını yayın sırasında kimse söylemedi elbette. Daha sonra kendim araştırıp buldum. O araştırma sırasında başka uyarıcı bilgi kırıntılarına da ulaştım. Araştırma dediysem, bu sözcük fazla abartılı oluyor, birkaç saatlik bakıştırmalar işte. Biraz onlara biraz belleğime dayanarak devam ediyorum.

Meğer, Akkol 2019’dan beri TİSK’in başındaymış ve, aynı anda, kendinden önceki Koç çıkışlıların çoğuna benzer biçimde, MESS’in de başkanlığını yapıyormuş.  Yönetim için seçimler 3 yılda bir yapıldığına göre, demek, ikinci kez TİSK’in başkanı olmuş. İTÜ mezunu bir endüstri mühendisi olan bu genç yönetici, anladığım kadarıyla, çalışmaya başladığından bu yana hep Koç’ta görevliymiş. Şu anda Koç Holding Turizm, Gıda ve Perakende Grubu Başkanı unvanını taşıyor.

Bakınırken şunu da fark ettim: Bundan önceki üç TİSK başkanı da Koç’un üst yöneticileri arasından gelmiş. Dahası da var. Onlardan önceki iki başkanı saymazsak, kuruluştan başlayarak ilk dört başkan da yine Koç grubunun profesyonelleri arasından çıkmış. Toplanırsa, bugüne kadarki 10 başkanın ikisi dışında hepsi, Erol Toy’un kendisini kısa bir süre de olsa ünlüler arasına sokan romanına göndermeyle söylersek, aynı İmparator’un adıyla anılan sermaye grubunun profesyonel yönetici konumlarında bulunmuşlar.

Zaten, 1959 yılında yine Koç grubunun önayak olmasıyla kurulan MESS’in de katılımıyla Aralık 1962’de adını değiştirerek kuruluşunu tamamlayan TİSK’te, 1974 ile 2004 arasındaki  30 yıl dışında Koç grubunun belli bir ağırlığı olmuş. Yönetim Kurulu başkanları hep oradan gelmişler. Dolayısıyla, bunun bir politika belirleme ağırlığına dönüştüğünü söylemek herhalde çok yanlış olmaz. Aradaki 30 yıllık dönemde ise 15’er yıl başkanlık yapan iki isim görülüyor: İlki Halit Narin, ikincisi Refik Baydur. Halit Narin 12 Eylül istibdadının başlarında “Bugüne kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde.” sözüyle tarihe geçmiş bir zat-ı muhterem. Tekstilci ve turizmci. Tekstil işverenleri sendikasının da başkanıydı o zamanlar.

Refik Baydur ise KİPLAS, kısaca söylenirse, kimya işverenleri sendikası başkanı. O da 15 yıl başkanlık yapmış; yalnız, başkanlığının son üç yıllık dönemine biraz sıkıntılı girmiş. O dönemin başına rastlayan genel kurul yaklaşırken, basına da yansıyan haber ve söylentilere göre, Koç ve Sabancı grupları anlaşarak Baydur’un çekilmesini, Koç grubunun üst yöneticilerinden Tuğrul Kudatgobilik’in başkan olmasını istemişler. Baydur razı olmamış, oldukça sert tartışmalar yürütmüş, o arada Koç grubunun etkisi altındaki TÜSİAD’a, onlar dernek, bizimle aynı konumda olamazlar, diye eleştirilerde bulunmuş, “Burası zenginler kulübü değil, büyük şirketler kadar Anadolu’daki küçük ve orta boy işletmelerin de sorunlarıyla meşgul olmamız gerekir” türünden sözler etmiş. Sonunda seçime girmiş ve katılan 170 delegeden 89’unun oyunu alarak 81 oyda kalan rakibini geride bırakmış. Böylece, kendi isteğiyle çekildiği 2004’e kadar üç yıl daha başkanlık yapmış. Koç’un adayı ancak ondan sonra başkan seçilebilmiş.

Baydur’un bir ara içinde bulunduğu politik girişimi de buraya ekleyebiliriz: “28 Şubat” olarak da adlandırılan restorasyon süreci sırasında, önce Türk-İş, DİSK ve TESK başkanlarının, sırasıyla, Bayram Meral, Rıdvan Budak ve Derviş Günday’ın bir araya gelmeleri ile oluşan, daha sonra bunlara TİSK başkanı Refik Baydur ve TOBB başkanı Fuat Miras’ın da katılmasıyla sayıları beşe çıkan bir grup, 21 Mayıs 1997’de ortak bir açıklama yaparak Refah-Yol hükümetini istifaya çağırmışlardı. Baydur üç yıl sonra yayımladığı kitabında kendilerini “Beşli Çete” olarak adlandırıyordu. Demek, son birkaç yıldır moda olmuş bu tamlama yeni değilmiş; hatırlamış oluyoruz.

Bunların içyüzünün ya da arka planının belli bir güvenilirliği olan somut verilere dayanılarak araştırılması, yeterince ilginç görünüyor; hem araştırmacı gazeteciler hem de genç akademisyenler için konu edilmeye değer. 

AKP döneminin başlarında, 2004 yılı Aralık ayında, Koç grubunun TİSK’e başkan göndermesinin, atamasının da denebilir, yeniden başladığı görülüyor. Zaman açısından bununla iki büyük ekonomik yatırımın çakıştığı da eklenmeli: Aynı büyük sermaye grubu 2005’te Türkiye’nin üçüncü büyük özel bankası olan Yapı Kredi’yi satın aldı. Yine o yılın sonlarında ise Tüpraş özelleştirmesine girdi; ardından,  Avrupa’nın en büyükleri arasında sayılan bu rafinerinin sahibi oldu. 

Bütün bu çakışmalar rastlantı mıdır? Bilinmez. Bilinmesine bilinir de az önce değindiğim özellikte, nereye bakılacağının farkında olan ve belli bir güvenilirlik düzeyindeki verilere dayanan araştırmaları gerektirir. Kapitalist sınıfın iç çelişkileri, bunların ortaya çıkış ve çözülüş  nedenleriyle biçimleri, dışsal etkenlerle nasıl ve ne derecede bağlantılı oldukları, bütün bunlar, hem teorik hem pratik açıdan önemli konulardır.

***

Yazının başlığıyla ilgili bir düzeltme ile bitirelim. Tekellerin gençlerin önünü açtığı falan yok elbette. Daha doğrusu, önlerini açtıkları, nerdeyse bebelikten alıp yetiştirdikleridir. Öyleleri kendilerine öğretilenleri yaptıkça, önleri daha da açılacaktır.

Onların son günlerde asgari ücret dolayısıyla pek vitrinde olanı, en başta alıntıladığımız sözleri söyledikten sonra, şunu da eklemişti:

Şimdi odağımızı çalışma hayatının diğer kritik konularına yönlendireceğiz.

Duyar duymaz, Ata Demirer’in bana bazı yanlarıyla sevimli görünmüş o filminin adını hatırladım:

Eyvah eyvah!