'Bu yazıda, güncellik bir ölçüde göz önünde tutularak, biraz eğlenme gereği de büsbütün ihmal edilmeden o soruların küçük bir bölümüne değinilecek.'

Sorulmadan kalmasın

Soru sormak kadar önemli bir iş ya da eylem var mıdır? Vardır kuşkusuz, ama soru sormanın da son derece önemli olduğu rahatlıkla öne sürülebilir. Hemen her alanda. Örneğin, bilimle uğraşırken. Örneğin, öğrenirken. Örneğin, gazetecilik yapar, olayların odağındaki ya da kıyısında köşesindeki kimselerle görüşürken.

Bununla birlikte, sorulması gerekirken hiç sorulmayan ya da geçiştirilen soruların sadece listesini çıkarmak bile çok zaman alır, çok da yer kaplar. Bu yazıda, güncellik bir ölçüde göz önünde tutularak, biraz eğlenme gereği de büsbütün ihmal edilmeden o soruların küçük bir bölümüne değinilecek.

Sadece not etmiş olduklarıma bakıp hatırlayarak yazacağım. Hâlâ seçim şöyle oldu böyle oldu, cumhurcular şöyle kazandı milletçiler böyle kaybetti diye konuşulup yazılırken, aklınızda yahut kâğıt üstünde tuttuğunuz notlar, doğrudan ya da dolaylı olarak seçimlerle ilgili oluyor. Kendim için, artık gına geldi, diyebilirim. Okurların da tümü için olmasa bile önemli bir bölümü için öyle olduğunu sanıyorum. Ama, ne yaparsınız ki, güncellikten fazla kopmadan yazmaya çalışırken, haklı bıkkınlıklara yol açmaktan uzak durmak kolay olmuyor.

Oturmak mı kalkmak mı, beş mi yedi mi?

Geçenlerde, altılı masanın ikinci sırasındaki partiden yeni seçilmiş bir milletvekili anlatıyordu. Hanımefendi bir hışım masayı terk ettiğinde epeyce tepki toplamıştı; öyle sanıyorduk. Buna ilişkin her muhalifin tanık olduğu durumlar olmuştu. Hatta, bu tepkileri ölçme iddiasında bazı kamuoyu yoklamaları da yapılıp yayımlanmıştı. O milletvekilinin iddiasına göreyse, masadan kalkmak değil, asıl, geri dönmek tepki toplamış. Kendisinin ve arkadaşlarının telefonlarına yüzlerce, binlerce mesaj gelmiş. Bunları söyleyince, örnek olsun, o oturuma katılan hiç kimse de kalkıp bunlara ilişkin bir ölçüm ve açıklama neden zamanında yapılmadı, biçiminde bir soru sormadı.

Aynı kişi, masayı terk edenin cumhurbaşkanı adayı yapılmasını önerdiği iki büyük şehir belediye başkanının, kendisini masaya geri getirmek için, cumhurbaşkanı yardımcısı adayı yapılması üzerine yardımcı sayısının 7’ye çıkmasının halkta bir ciddiyetsizlik izlenimi yaratarak onları oy vermekten uzaklaştırdığını da söylüyordu. Böylece, “siyasetbilim” teori ve pratiğinde 5’in kritik bir eşik olduğunu da öğreniyorduk. Gerçi, kesin olarak bunu söylemek için henüz erken; çünkü, 5’e kadar yardımcı sayısının seçmenlerce benimsenebilir oluşu ve 7’nin halkın sinirlerini bozup onları oy vermekten caydırdığı kesin olmakla birlikte, arada bir de 6 var, eşik değerin 6 olup olmadığını bilmiyoruz daha. Onun bilimsel olarak sınandığını söyleyemeyiz. Bundan sonraki ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde, umarız ve dileriz ki, yeni bir altılı, daha doğrusu bir iki hafta önce kurucusu tarafından onaltılı da olabileceği vurgulanan yenisi oluşturulduğunda, yardımcı sayısındaki eşik değerin 6 olup olmadığını test etme şansını bulabiliriz. Böyle diyorum ama, der demez aklıma geliyor, masayı oluşturanların toplam sayısından bir eksilttiğimizde bulacağımız sayı, bu yeni durumda 15, test edilecek eşik değer olan 6’dan farklı olmamalıdır; çünkü halkın asabını bozan sayının 7 olduğunu zaten görmüştük. Öyleyse, masa kurucuların, 6’dan şaşmamalarında fayda var; başka türlü eşik değerin 5 mi 6 mı olduğunu saptayamıyoruz.

Öff, ne çetrefil hesaplar! Tamam, devleti yönetmek, hatta ondan önce yönetmeye hazırlanmak kolay değil, diyeceksiniz, haklısınız da, ama bunun biraz daha kolay bir yolu yok mudur değerli okurlar?

Seçilebilir olmanın ölçütü

Bu sorunlar daha gündeme gelmeden önce, uzunca bir süre adayın seçilebilirliğinin ne kadar önemli olduğu, dolayısıyla “seçilebilir aday” üzerinde durmanın öncelik taşıdığı tartışmalarını izlemiştik. İzledik de, ne kadar izlesek, bunun ölçütleri nedir sorusuna bir yanıt verildiğini duymadık. Sonuç olarak, bir yığın gürültü patırtı oldu, bir değil iki kez cumhurbaşkanı için oy kullandık, sonunda seçilen seçildi, seçilmeyenin ne olacağı daha belli değil, ama biz zavallı yurttaşlar nasıl olunca seçilebilir olunduğunu hâlâ öğrenebilmiş değiliz. Az önce devlet yönetmek kolay değil demiştik, demokrasinin ve onun olmazsa olmazı denen seçimin de öyle kolay bi şey olmadığı görülüyor.

Hepsi bu kadar mı? Elbette hayır. “Seçilebilir”in karşıtı nedir? “Seçilemez”. Peki, seçilemez olmanın ölçütleri konusunda üç beş söz olsun söyleyen oldu mu? Ona da hayır. İkisinden birine ilişkin birkaç ölçüt belirten olsaydı, eskilerin deyişiyle “mefhum-u muhalifi”nden, ötekinin göstergelerinin ne olabileceğini üç aşağı beş yukarı çıkarabilirdik. O da olmadı. Tepkilerden ürkerek karnından konuşanlar o kadar çoğaldı ki, bir ara, seçilemezliğin   göstergeleri arasında Aleviliğin bulunduğunu düşünenler oldu epeyce. Fesatlık işte, deyip geçelim. Geçerken de böyle düşünenlerin fesat mı yoksa haklı mı olduklarını kimsenin açık açık sormadığını ekleyelim.

Unutulan reçeteler

Birinci derecede muhatapları olması gerekenlere sorulmayan bir soru ya da soru dizisi daha: Biliniyor, millet ittifakı adı altında bir araya gelenler, uzun uzun çalışıp pek çok ayrıntıya el atmaktan çekinmeyerek yüzlerce sayfadan oluşan kurtuluş reçeteleri hazırlamışlardı. Seçimler bittikten sonra bunları unutuverdiler, dense yeridir. Ne bir ses, ne bir nefes. Sanki, kendilerini seçmeyenlere küstüler ve ne haliniz varsa görün dediler. Oysa, onları inanarak ve birbirleriyle mutabakat halinde hazırlamışlardı; öyle diyorlardı. Uğrunda ittifak oluşturdukları milletin bütün sorunlarını çözeceklerini, en azından hızla çözüm yoluna sokacaklarını ileri sürüyorlardı. Tamam, moralleri bozuldu, yıkıldılar ve bir anda birbirlerine girdiler. Ama, onca iddialı, öylesine göklere çıkarılan reçeteler bu kadar mı çabuk unutulur da çöpe atılır? Yoksa, rakiplerimiz alır uygular, başarı sağlarlar, biz de kendi kalemize gol atmış oluruz, mu demekteler? Buna benzer sözler eden siyasetçiler de olmuştu bir zamanlar bu ülkede. “Yok aslında birbirimizden farkımız, ama biz bilmemne bankasıyız” cümlesiyle belleklerde yer etmiş eski bir televizyon reklamı vardı; onu hatırlatıyor. İktisattaki “oligopol piyasası” terimini uzun uzun anlatmadan açıklamanın bir yolu olarak kullanırdık kırk elli yıl kadar önce.

Onları kendi hallerine bırakıp devem edelim ve konuyu şu pehlivan tefrikasına dönmüş seçim atışmalarından uzaklaştırarak bitirelim.

Katliamcılara bakarken akla gelen bir soru

Gündeme gelişleri, ne yazık ki, uğradıkları yıkımlarla olan ülkemiz ormanlarının tümüne yakını devletindir. Tümü yerine “tümüne yakını” demek kesinlikte aşırıya kaçmak oluyor; çünkü, bu sözleri sayılara dökersek yüzde 99’un üzerinde, demek gerekiyor. Bu olumlu durumun nasıl ortaya çıktığı ayrı bir konu, bu yazının amacının dışında kalıyor. Ancak, kısaca, ormanlarımızın devlet mülkiyetinde olmasının, onların çeşitli biçimlerde süren toplu kırımlara uğraması ve bunlardan kurtarılması ile doğrudan bir ilgisinin bulunmadığını söyleyebiliriz. Buradaki sorunun kesin çözümü için devlet mülkiyetinin emekçi halkın mülkiyetine dönüşmesi gerekir; bunun önkoşulu ise devlet iktidarının sınıfsal içeriğinde kökten (radikal) bir değişimin sağlanmasıdır.

Akbelen ormanındaki toplu kırımın akla getirdiği  sorulardan biri dediğim şuydu: Başka türlü kırımların yanı sıra orada da baş rolde izlediğimiz nevzuhur, türedi de diyebiliriz, büyük kapitalistin pek uzak olmayan geçmişinde altyapı inşaatlarıyla uğraşan şirketlerin kapısında üç beş parça iş almak için dil döktüğüne ilişkin öyküleri, oralarda çalışmış arkadaşlarımdan dinlemişimdir. Başka örneklerine de sıkça rastladığımız böylelerinin, iki on yılı geçmeyen gerçekten kısa bir sürede bugünkü muazzam denebilecek ölçeklere ulaşmış servetlerinin nasıl biriktirildiğinin bilimsel nitelikli yayınların yanı sıra gazetecilik çalışmalarına da konu edilmesi, bir ihtiyaç durumundadır. Soru biçimine dönüştürürsem, şöyle: Daha eskisi bir yana cumhuriyet dönemi iktisat tarihi anlatılırken başvurulan  “devlet eliyle kapitalist (ya da zengin) yaratma” kavramı ile bugünkü süreçler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir? Bu sorunun, hem bilimle hem gazetecilikle uğraşanlar, ama her ikisini de emekçi halktan yana yapmaya çalışanlar için ardına düşülmeye değer olduğunu sanıyorum.