"Bizim Metin Kurt vakti zamanında söylemişti: “Borsada değil sahada oynananı güzeldir” dediğini severim, oynamışlığım da vardır."

Şampiyonluk iyi de...

Ben voleybolu severim. Son günlerin modasına uyduğum için değil. Eskiden beri severdim. Ama kendim hiç oynamamışımdır. Hiç demek gerçeklere pek uymuyor aslında. Şimdi pek kalmadı, eskiden pikniklere gidilirdi. Açık hava, ağaçlar, yeşillikler, kimi zaman şırıl şırıl akan sular… Şimdi bunlar yok edildiği için, berbatlaşan toplumsal hayatın da engellemesiyle, pikniğe neyim gidilmiyor artık. Ama işte o pikniklerde, voleybola mutlaka bir yer ve zaman ayırılırdı. Yine mutlaka getirilmiş bir topla, çimlerin, hazır edilmiş hasırların, kilimlerin üstünde oturup yarenlik etmeyi seçenlerden ayrılan beş altı kişilik bir grup, halka olup voleybol oynardı. Bugünkü meslekten sporcuların maçlardan önceki ısınma hareketlerinde yaptıklarına benzer, topu yere düşürmeden paslaşmalar işte. Ben hiç oynamadım derken, onları saymadan konuşmuş oluyorum.

Neden sevdiğimi açıklamadan önce, bir ayrım getirmem gerekiyor. Benim sevdiğim, kadınların oynadığı voleyboldur. Nedeni ise şu: Erkeklerin oynadığı, hele onların çok usta, çok gelişmiş olanlarının oynadığı, çok hızlıdır, çok serttir, bence seyri hoş görünmez. Kadınlarınki ise hemen hemen bütün hareketler, aynı kurallar çerçevesinde yapılarak oynanmakla birlikte, başka bir oyun gibi gelir bana. Bir tür bale seyrediyorumdur sanki.

Neyse, bu dediklerimin öznellik yanı iyice ağır basıyor; öyle görünebilir. Biraz daha nesnel olanlara gelelim.

Hiç yapmamış olmamın yanı sıra iyi bir seyirci de sayılamayacağım bu sporla ilgili olarak bir iki söz söyleyebilirim. Bilgiçlik taslar konuma düşmekten kaçınarak.

Bir kez, yarışanların, aynı takımdakilerin talihsizlik ya da giderilmesi gereken eşgüdümsüzlük ürünü sayılabilecek rastlantısal çarpışmaları dışında, birbiriyle temas etmedikleri bir spordan söz ediyoruz. Başka bir anlatımla, bir temas sporu değil söz ettiğimiz. Bu özellik, işin içinde yarışma ve yenme/yenilme olduğu için az ya da çok varlığı kaçınılmaz çatışma ve bunun yarattığı gerginliğin bulunmadığı, hiç değilse ön plana ve rahatsız edici düzeylere çıkmadığı bir spora işaret ediyor. Böyle diyebiliriz.

Peki, ben nasıl oluyor da bu sporu yapamasam bile seyretmekten hoşlanıyorum? Bunu anlamakta güçlük çektiğimi söyleyebilirim. Ben ki, temas sporlarının en vahşileri arasında sayılabilecek boksu çok severek diyemesem de, kimsenin zorlaması olmadan seyredebiliyorum. Burada geçmiş zamanlı bir cümle kurmalıydım aslında; çünkü, eskiden öyleydi. Hatta basbayağı severek izlediğim bile olurdu. Ne zaman, denilirse, Kübalı ağır sıklet, ağır sıklet ama hiç ötekilere benzemeyen, bir gram fazla yağ taşımayan sırım gibi vücuduyla Teofilo Stevenson, karşısına çıkan “hür dünya”lı boksörleri, özellikle ABD’li olanları perişan ederken… Şimdi bunu yazmaktan biraz utanıyor olsam da ekleyebilirim, keyfim o kadar artardı ki, “yahu, ayıptır, onlar da ezim ezim ezilmiş siyah halkların çocukları değil mi” diyerek kendimi dizginlemek zorunda kalırdım.

Voleybola döneceğim dönmesine de, ne mümkün, sporcuların giysilerinden cinsel kimlik ya da yönelimlerine kadar, bu sonuncuların anlamını bilmeden ve bilme eğilimi göstermeden yapılan örtük ya da açık saldırılarla, ortalık toz duman…

Ne denebilir? En kolayı, belki de en iyisi, sarakaya almak.

En başta, tesettür sorunu var. Artık kentlerimizdeki belediye ve halk otobüslerinin iç-dış görünür yerlerinde “tesettür tarz değil farzdır” sloganı, nasıl örtünmek gerektiğinin ayrıntılarıyla birlikte sergileniyor. O halde, şampiyon olmak, bu farzı kabul etmemek ayrıcalığını kazandırmaz kimseye, diyorlar. Din adamlarının çoğu, hatta tümü. Devlet büyüklerinden ise pek fazla ses yok. Henüz.

Tesettürle kalsa iyi, bir de musiki ve dans yanı var işin. Bizim kızlar, ben onların babalarının yaşında, hatta daha büyük olduğum için böyle dememde sakınca yok, çatır çatır herkesi yenip şampiyon oldukça, bir de, musiki çalıp söyleyip dans etme huyu çıkardılar ki, iş o zaman sarpa sarıyor. “Erik Dalı” diye bilinen pek hoş bir müzik eşliğinde, aynı hoşlukta bir oyun da oynuyorlar. Üstelik, spor yaparken üstlerinde olan ve tessettür neyim dinlemeyen giysileriyle…

Bu musiki ve dans işinin her şeyin üstüne tuz biber ekmekten farkı yok doğrusu. Bizim Mehmet Bozkurt bundan iki yıl önce soL’da yazmıştı bunların tehlikesini. Mehmet’in hazırlanmakta olan kitabında mutlaka bulup okumak gerekir. Gerçi, sektördeki sorunların ve yaygın okuma alışkanlıklarının dayatmasıyla yapmak zorunda kalacağımız altın makas etkinliklerinden canını kurtarabilir mi o yazı, şu anda bilemiyorum, ama tarihini verirsem, ilgilenenler soL’da bulup okuyabilirler. Tarih 26 Eylül 2021 idi ve yazı şöyle bitiyordu:

“Taliban’ın şahane icadı ‘Faziletin Yayılması ve Ahlaksızlığın Engellenmesi Bakanlığı’nın daha en başta ahlaksızlığı önleyicilik ilkesi çerçevesinde musikiyi tef, ses, nefes, nağme, şu bu ayırım gözetmeden toptan yasaklamasında İslam’a göre bir aykırılık görülmemektedir. İlla musiki dinlenecekse Allah’ın bahşettiği tabiattaki ağaç ve yaprakların ahenkli salınışlarından, kuşların ve böceklerin coşkulu seslerinden, derelerin ve yağmurun tatlı şırıltılarından oluşan tabiat senfonisi ne güne duruyor. Dinlenebilir. Buna yasak yoktur.”

Kızlar dediysem, sadece onlar değil, çalıştırıcıları, basketboldaki gibi “koç” diyorlar galiba, Santarelli de pek güzel oynuyor onlarla birlikte. Bu sevimli İtalyan’ın bizim kızların şampiyonluklarında epeyce emeğinin geçtiği konuşuluyor. Üşenmedim, baktım, o da pek gençmiş, nerdeyse benim oğlum yaşında, o yüzden böyle senli benli konuşuyorum. Erik dalı merik dalı, öyle oynamakla, bizimkileri  günaha kışkırtıyor sayabilirler onu. Ayrıca, kendisinin cinsiyetine bakarak başka anlamlar çıkaranlar da bulunabilir ki, şu içinden geçmekte olduğumuz ve milletçe en çok birlik beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz günlerde, en hafifinden işinden olma cezasıyla karşılaşabilir.

Avrupa şampiyonu takımın hocası olduğuna sevinirken, niye işsiz kalsın adamcağız? Buraları okuma olasılığı pek düşüktür herhalde; keşke, diyorum, bir haber veren çıksa!

Bitirirken, tamam da, hem seyretmeyi hem oynamayı sevdiğin yok mu, sorusu gelirse, yanıtım bellidir: Bizim Metin Kurt vakti zamanında söylemişti: “Borsada değil sahada oynananı güzeldir” dediğini severim, oynamışlığım da vardır.