'Bireyi izole etme, toplumu toplum olmaktan çıkarma, hayatı yaratan sınıfın kendisini bir sınıf olarak görmesini engelleme, aralarına bariyerler koyma… Sistem tıkır tıkır işlemektedir yani.'

Leyla'nın Kardeşleri: Anlatılan senin hikâyendir

İranlı yönetmen Said Rustayi’nin “Leyla’nın Kardeşleri” adlı filminde yoksul bir ailenin yoksulluktan kurtulma, “yırtma” planları anlatılır. Bu arayışın başını ise evin tek kızı Leyla çekmekte, Leyla hem anne babasını hem de dört erkek kardeşini kendi çalıştığı AVM’deki mağazaya dönüştürülecek küçücük bir alanı satın almaya ikna etmeye çalışmaktadır.

Babanın sahip olduğu altınlar kardeşlerin ihtiyaç duyduğu paranın bir kısmını karşılamaktadır ama altınları çocuklarına vermeye niyeti yoktur; çünkü o, bu altınları feodal geleneklere uygun bir şekilde mensup olduğu aşiretin düğününde damada takıp “reis” unvanı almak ve hiç olmazsa hayatının son günlerinde saygı görmek istemektedir.

Leyla bir plan yaparak düğünden önce altınları kurtarır ve götürüp satar; üzerine koydukları parayla gidip kardeşleriyle birlikte dükkânı satın da alır. Ancak baba, Leyla’nın bu yaptığını affetmeyecek ve çocuklarını cezalandırmak adına o altınları satın almak için evlerini ipotek ettirdiği yalanını söyleyecektir, evin kurtarılması için ise altınları geri almak gerekmektedir.

İşte bu noktada işler karışır; çünkü aynı günlerde Trump İran’la yapılan nükleer anlaşmasından çekileceklerini açıklayacak ve bu da hem döviz hem altın fiyatlarını fırlatacak ve iki katına çıkaracaktır. Birkaç gün sonra gittikleri bir kuyumcu ise bir altının 8 milyon tomana çıktığını söyler, oysa Leyla altınların tanesini sadece 1.5 milyon tomandan satmıştır ve artık yerine aynı miktarı koyma ihtimalleri yoktur. Yükseliş dalgasının neticesi ellerindeki paranın sadece üç beş altın almaya yetmesi olacaktır, üstelik ev ipotek altındadır ve mağaza alanını satın alma şansları da kalmamıştır.

Şaşkınlık içerisinde fiyatların neden arttığını sordukları kuyumcu olan biteni şöyle açıklar: “Dolar az önce 3000’den 19,000’e fırladı. Normaldir. 30,000 psikolojik sınırını geçecek. Dün bir altın 6 milyondu. Trump’ın konuşmasının ardından 7’ye çıktı. Tweet attıktan sonraysa 8’e fırladı.” Baba ise tweetin ne olduğunu bilmemenin çaresizliğiyle ama ABD denince ilk akla gelen şeylerden birini düşünerek şöyle diyecektir: “Tweet mi atmış? Tweet bomba mı?”

Derdimiz elbette ki film eleştirisi ya da analizi yapmak değil; derdimiz “anlatılan senin hikâyendir” demek. Önce bir hatırlatma: Trump Türkiye’ye de bomba atmamıştı ama 2018 yılında Rahip Brunson’un serbest bırakılması için yaptığı açıklamalar ve attığı tweetler ülke ekonomisi üzerinde bir bomba etkisi yaratmış, yıla 3,79 TL seviyesinden başlayan ve uzunca bir süre yatay seyreden dolar, 18 Temmuz’da 4,79’a, 1 Ağustos’ta 5’e ve 18 Ağustos’ta da 7,21 TL’ye çıkmıştı.

Ancak ortak hikâyemiz bundan ibaret değil; asıl ortak hikâyemiz İran, Türkiye ya da başka bir ülke fark etmeksizin yaşadığımız “insanlık durumu”yla ilgili. İnsan, insanlık tarihi boyunca belki de ilk kez, kendisi tarafından yaratılan ama kendisine dışsal hale gelen güçler tarafından böylesine bir kuşatma altına alınmış, kendisine dışsal güçlere bu kadar bağımlı hale gelmiş durumda.

Peki nedir o güçler? O güçler bir zamanların Olimpos tanrılarını andıran “piyasalar”dır. İnsanın kaderi piyasa tanrılarının vereceği tepkilere, yani doların, dövizin, altının, petrolün fiyatına, merkez bankalarının faiz oranlarına, tüketici kredisi, konut kredisi faizlerine pamuk ipliğiyle bağlı hale gelmiştir. Tüm bu fiyat oynamalarıyla birlikte hepimiz bir gecede yoksullaşabilir, bir gecede borç batağına saplanabilir, bir gecede işsiz kalabiliriz.

Finans kapital/finansal sermaye, kapitalizmin doğuşundan beri hep etkili olmuştur elbette ama teknolojideki gelişmelerle birlikte paranın gezegen ölçeğinde böyle hızlı dolaşması, Londra borsalarından Tokyo borsalarına ışık hızında akıp gitmesi, bir ülkeye aynı hızla girip çıkması ve ülkelerin, toplumların, bireylerin kaderleri üzerinde esas belirleyici hale gelmesi yeni bir olgudur.

Günümüz insanının kaderi ulus ötesi şirketlerin, finansal tekellerin, merkez bankalarının yönetim kurulu odalarında belirlenmektedir artık ve reel ekonomiden koparak özerk bir varoluşa ulaşan para, insanın efendisi, tanrısı haline gelmiştir çoktan.

İşte yarın, yani Perşembe günü Merkez Bankası Para Politikası Kurulu toplanacak ve benim “yoksullaştıran küçülme” diye adlandırdığım yeni ekonomi politikasına uygun bir şekilde faiz artırımına gidecek. Alınacak karar bütün bir ekonomi ve dolayısıyla bütün bir toplum üzerinde etkili olacak. Faizlerin bu aydan itibaren adım adım artırılmasıyla çarkların yavaşlatılması, talebin düşürülmesi, yani halkın reel alım gücünün aşağıya çekilmesi hedeflenecek. TL daha da değersiz hale gelirken, bütün harcama kalemleri zamlanacak, bütçe açığı dolaylı vergilerdeki artışla kapatılmaya çalışılacak. Yani halk, ekonominin düzelmesi adına bir yoksulluk ve işsizlik cenderesine alınacak, acı ilacı içmeye mahkûm edilecek.

Enflasyonun bu kadar yüksek olduğu bir ülkede politika faizinin bu kadar düşük olması ekonomi biliminin temel kurallarına aykırıdır elbette ama enflasyonla, yani hayat pahalılığı ile mücadelenin bedelinin sırf faiz artırımları üzerinden halkın sırtına yıkılması piyasa tanrılarına iman ile ilgilidir. Bu tanrılara iman edenler, sermayenin en ufak bir bedel ödememesi adına halkı fedakârlığa ve bedel ödemeye ikna etmek için ellerinden geleni yapmakta, sermayenin, patronların, borsa-faiz-döviz üçgeninden milyonlar kazananların neden bedel ödemeye dâhil olmadıkları sorusunu ise yanıtsız bırakmaktadırlar.

Neden ekonominin düzelmesi için halkın büyük çoğunluğunun yoksullaşması ve işsiz kalması gerekmektedir, neden fatura hep halka kesilmektedir, izlenecek politikalar neticesinde milyonlar yoksul ve işsiz kalacaksa ekonominin düzelmesi ile kast edilen nedir? Kapitalizmde bu soruların yüksek sesle sorulması istenmez; ideoloji kitlelere yoksulluğu, işsizliği “rasyonel olan bu, bunu senin iyiliğin için yapıyoruz” diyerek, “bu benim iyiliğim için, fedakârlık yapmam lazım” dedirterek kabul ettirir. Filmde Leyla’nın kardeşlerinden birine “nasıl düşüneceğin değil ne düşüneceğin öğretildi sana” diye ifade ettiği şeydir bu; kitlelere nasıl düşünecekleri değil, ne düşünecekleri öğretilir.

İdeolojinin böyle işleyebilmesi için bireyin izole edilmesi, yalnızlaştırılması, toplumun toplum olmaktan çıkarılıp bir sürüye dönüştürülmesi gerekir. Üretim sürecinin parçalanmasından taşeronlaştırmaya, sendikal hareketin etkisizleştirilmesinden tüketim kültürüne, kredi/borç prangasından dincilik/milliyetçilik politikalarına uzanan bir genişlikte sistem, alttakilerin kendilerini bir sınıf, kolektif bir özne olarak görmemeleri üzerine kurulmuştur ve bunu da başarmaktadır.

İşte asgari ücret meselesi bunun en güzel örneğidir. Milyonlarca insan “asgari” ve üstelik açlık sınırında bir hayata mahkûm edilmekte, bu mahkûmiyet rasyonel olarak sunulmakta, asgari ücretin tespitinde asgari ücretle yaşayan milyonların fikri alınmamakta, onlar fikrini söylemesin, itiraz etmesin diye her şey yapılmaktadır. Milyonların geçinmek zorunda olduğu açlık ücretinin belirlenme sürecinde o milyonlardan ses çıkmaması, tek bir mitingin, grevin, boykotun olmaması, milyonları açlık sınırında yaşamaya mahkûm edenlerin en büyük başarısıdır.

Bu başarıya bir de “zaten ne üretiyorlar ki ne alacaklar, ben bunca sene boşuna mı okudum” sorusunda somutlaşan beyaz yakalı alıklığını da eklemek gerekir elbette. Mavi yakalılar kendilerini bir sınıf olarak görüp ona göre hareket etmemektedir doğru ama beyaz yakalılar da kendilerini mavi yakalılarla aynı sınıfın, yani işçi sınıfının bir parçası olarak görmemektedirler. İşte sözünü ettiğim başarı budur: Bireyi izole etme, toplumu toplum olmaktan çıkarma, hayatı yaratan sınıfın kendisini bir sınıf olarak görmesini engelleme, aralarına bariyerler koyma… Sistem tıkır tıkır işlemektedir yani.

Prometheus’un tanrılardan ateşi çaldığı günden beri, dünyayı omuzlarında taşıyanlarla onları sömüren sınıf arasındaki mücadele devam etmekte, insanın kendi kaderinin efendisi olma arzusuyla bizzat kendisinin yarattığı güçlerin onun kaderini kontrol arzusu çatışmaktadır. İnsan, ister Türkiye’de ister İran’da ya da başka bir yerde, kendi kaderinin efendisi olmayı arzu etmedikçe, bu arzuya politik bir karakter kazandırmadıkça, bunun için kolektif bir irade ortaya koymadıkça, “yoksulluk kader olamaz” demedikçe, insan hayatı piyasa tanrılarına kurban edilmeye devam edecek, İran’da, bizde ya da dünyanın herhangi bir yerinde, yoksulluktan “yırtmak” mümkün olmayacaktır.