NATO’ya tüm benliğiyle bağlı Türkiye’deki milliyetçi siyasi hareketler ülkenin dış müdahaleye açık hale gelmesinin yolunu açıyor. Evet, serdengeçtiler ve evet ülke sevdalıları bunu yapıyor.

İngiltere: Erdoğan’ın Truva Atı Akşener

İngiltere sonunda kendi iç dengesini Rishi Sunak hükümetinde buldu. Dış haberlerde çalışan meslektaşlarımızı uyarmak için bu dengenin bir cephesine özellikle vurgu yapmak gerekiyor. Dublin’in şiddetle karşı çıktığı bir başbakanın ömrünün günlerle sayılı olduğu görüldü. Neticede Westminster’da Dublin’in gönlünde yatan başbakan iktidara geldi. Kuzey İrlanda’nın ekonomik ilişkilerini düzenleyen protokoller sonunda imzalandı ve sokak çatışmalarına kadar varan söz dalaşının sonuna gelindi.

Bu kısa giriş yazısını esas konuya gelmeden önce Ada’daki gelişmeleri özetleyebilmek adına yazıyorum. Buradaki her başlık daha sonra detaylı bir biçimde incelenebilir. İngilizler sembolleri, benzetmeleri kullanarak bir retorik inşa etmeyi çok seviyorlar. Benzer bir yöntemi takip edelim. İrlanda ve İngiltere birbirlerinin kulağını tutmuş iki yaramaz çocuğa benziyor. Liz Truss krizinde İrlanda, İngiltere’nin kulağını canını acıtacağını hissettirecek kadar büktü. Bu yaramaz çocukların tepesinde duran AB ve ABD İngiltere’nin aşırılıklarına izin vermeyeceğini net bir biçimde gösterdi.

İrlanda, AB içerisinde Amerika’nın en büyük temsilcisi konumunda. Kuzey İrlanda’ya fiziki sınır inşasını tartışan ve çeşitli fanteziler peşinde olan İngiltere faşizmini semirten sermaye şimdilik geri çekilmiş durumda. İrlanda başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı Micheál Martin (Fianna Fáil/Lideri), katıldığı radyo programında Ukrayna savaşının etkilerini tatlı bir tebessümle anlattı. Martin, Kuzey İrlanda’daki anlaşmanın savaşın yarattığı polorizasyon (polarisation) etkisinin bir yansıması olduğunu belirtti. Bir anahtar kelime ancak bu kadar doğru bir yerde kullanılabilirdi. İngiltere’nin masadan kaçma ve daha önceki şımarıklıkları yapma lüksü yoktu. Aksi takdirde dışarıda bekleyen büyük güçlerin devreye girmesi kaçınılmazdı. Micheál Martin, bol bol yeni başbakanı övdü ve işbirliğinin artarak devam edeceğini söyledi. Yine de hem İngiltere’nin gerçek savaş kabinesi hem de Dublin’in gönlünde yatan iktidar kurulabilmiş değil. Genel seçimler sonrası bu kabineyi İşçi Partisi lideri Keir Starmer’ın kurması bekleniyor. İşte o zaman Dublin tam anlamıyla rahat bir nefes alabilir.

Sorun elbette sadece bununla da sınırlı değil. Sınıflar arası çatışma ve rekabet artık örtülebilir düzeyde olmaktan çok uzakta. Bu çatışma Winston Churchill’in II. Dünya Savaşında kurduğu savaş kabinesinde yaşananlara benzetilebilir. Sınıf içi çatışma Nazilerin Fransa’yı hızla işgal etmesiyle noktalanmıştı. İngiltere’de ise Churchill’in kesin savaş kararına ve Dunkirk operasyonuna rağmen dışişleri bakanlığında (Edward Wood/Viscount Halifax), İtalya üzerinden Hitlerle barış sağlamaya çalışan eğilim tüm gücüyle savaş kabinesine baskı yapmaya devam ediyordu. Bugünün sınıf içi çatışmaları zaman zaman benzer sertliklere evriliyor. 

ABD tarafından sarı ışıkla hazırolda bekleyen Sinn Fein, İrlanda ve İngiltere için demoklesin kılıcı olmaya devam ediyor. Sinn Fein’in ABD ile olan güçlü bağları, onu iktidar için bir seçenek yapsa da ada siyasetinin merkezi oyuncuları yüzyıllardır engel oldukları ve bir biçimde bastırdıkları hareketin iktidar olma ihtimalinden derin rahatsızlık duyuyorlar. Bakalım ABD, Sinn Fein için yeşil ışık yakabilecek mi? Parti içindeki sosyalist damarın bir biçimde sembolik düzeye indiğini gördüklerinde ki öyle, artık Sinn Fein sorunu da büyük biraderin garantörlüğünde masada çözülebilir ve düzen siyaseti eski büyük düşmanını sindirebilir. Tarihin bir cilvesi Sovyetler Birliği’nde gördükleri tüm kötülükleri şimdi kendisinde gören bir batı var karşımızda. Dünyanın her yerinde pıtrak gibi çıkan büyük biraderler görüyoruz. Gelelim Türkiye’deki fırtınaya...

Sınıflar arası rekabeti yeniden hatırlamak zorundayız. Çünkü, bu rekabet öyle bir düzeye geldi ki vahşi batıda silahlar çekilmiş durumda. Nükleer savaş tehditlerine rağmen bile herkes birbirini sonuna dek provoke etmeye devam ediyor. İrlandalı yöneticilerin polarizasyon kelimesini tercih etmesinin anlamı çok büyük. Rusya’daki büyük taktisyen ve stratejistlerin Avrupa’daki iç rekabeti bir anda başka bir evreye geçirdiğine işaret ediyor. Savaş karşıtı ve ticaret yanlısı bir grup büyük taktisyenlerin hamlesiyle boşa çıktı ve savaş yanlısı sermayedarlar kamuoyunu ve iktidarın kontrolünü şimdilik ellerinde tutuyorlar. Bu az buz bir başarı değil. Yine de iç çekişmeler tamemen sonlanmış değil ve ara ara yoğunluğu artarak devam ediyor.

Tüm bunları neden yazıyorum? Türkiye’den İngiltere ya da Avrupa’ya bakan bir kişi tüm bu iç rekabetleri hesaba katmadan tek yönlü bir okuma yaparsa büyük hataya düşer. Benzer eğilim İngiltere’den Türkiye’ye bakan birisi için de geçerli. İngiltere’deki eğilim tamamen güç ilişkisine dayanıyor. Türkiye’ye bakanlar şu sorunun yanıtını aramaya çalışıyor: Kim güçlü, iktidar mı yoksa muhalefet mi? Bölünen sermaye, Türkiye’de seçimlere az bir zaman kala bahisleri açıyor. Evet, çirkin bir toplumsal düzende yaşıyoruz ve bunu en sarsıcı benzetmeler kullanarak anlatmak zorundayız. Milyonlar için kader meselesi haline gelen bir seçim, bazıları için basit bir bahis ya da kumara benziyor ve elbette herkes doğru tahmini yapan tarafta olmak istiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, masa dağılmadığı sürece kabul edilebilir olarak algılanıyordu. Oysa Meral Akşener’in buna karşı çıkması ve masayı dağıtması İngiltere’de de şok dalgaları yaratmış gibi görünüyor. Bu öyle bir şok dalgası ki muhalefetin dağılma sinyalleri vermesi borsada hisselerin sert bir biçimde değer kaybetmesine neden oluyor. Elbette bunlar güçlü işaretler olarak kabul ediliyor1.

Ekrem İmamoğlu, muhalefet cephesinde yer alanlar için ideal bir seçenekti. İngiltere, bu ihtimalin devre dışı kalmasından hoşnut değildi ancak masanın dağılma eğilimi göstermesi bu hoşnutsuzluğu yer yer paniğe dönüştürmüş gibi görünüyor. Neden? Söylediğim gibi kimse kaybeden tarafta durmak istemiyor. Deprem felaketinden sonra pek çok kez çökmüş bir yüzle gördüğümüz Erdoğan, Truva atının tahtalarını üzerinden atmasından sonra ilk kez tebessüm ediyordu. Türkiye’deki truva atı benzetmesini İngiltere’deki herkes sahiplendi ve gazeteciler bu benzetmeyi sohbetlerinde bol bol kulanır oldu. Retorik ve benzetme hastası İngilizlerin böyle bir metaforu görmezden gelmesi düşünülemezdi. Şimdi, siyasi merkezler Türkiye’deki devlet yapısına dair derin sorgulamalara girmiş gibi görünüyor. Hükümet ve devlet ayrımının kalmadığını herkes biliyor.

Türkiye’de bu sakızı çiğneyenlerin sağ-devletçi retoriğe hizmet ettiğini veya ham propaganda yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İngiltere’de aklını yitirmediyse bir kişi, böyle bir propagandayı satın almayacaktır. Parti ve devlet arasındaki çizgi bu kadar silikleştiyse bir dizi felaket kapıda olabilir. Avrupa tarihinde parti ve devletin bir bütün haline geldiği dönemleri okurlar iyi hatırlamalı. Bugün, Türkiye sağının devlet retoriği tartışılıyor. Devlet eğer AKP ve onun lideri Erdoğan’da kendi ruhunu buluyor ise milliyetçilerin buna ne kadar muhalefet edebileceği tartışma konusu. Bu yüzden bir komplo teorisinin ötesinde Meral Akşener’in ve siyasi hareketinin varlığını tamamıyla Erdoğan karşıtı bir siyaset üzerine kurmuş olan bir muhalefet masasını hem de iktidarın en zayıf göründüğü dönemde dağıtması, bir Truva savaşı hamlesi olarak görülüyor. Bu hamlenin Erdoğan’a manevra alanı açtığı kesin, peki sadece AKP liderine mi manevra alanı açılıyor? NATO’ya tüm benliğiyle bağlı Türkiye’deki milliyetçi siyasi hareketler ülkenin dış müdahaleye açık hale gelmesinin yolunu açıyor. Evet, serdengeçtiler ve evet ülke sevdalıları bunu yapıyor. Deprem sonrası ortaya çıkan tablo, savaş sürecinde müdahale açlığı kabarmış emperyalist güçleri cezbediyor. Erdoğan, iktidara yeniden gelse bile ne kadar iktidarda kalabileceği şimdiden tartışılıyor. Birbirinden ayrı bu kadar konunun aynı anda tartışılıyor olması, sınıf içi rekabetin düzeyini görmek bakımından önemli.

Türkiye, tüm büyük emperyalist güçler için muazzam bir coğrafi konuma sahip. Ülkeye müdahale seçeneği dillendirilse bile bu akılcı olan yol olarak kabul edilmiyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Halihazırda Türkiye’den gelen göçün kontrolden çıkacağı kaygısı yaşanıyor. Medyada çıkan haberlere bakarak bile bu sınıfsal ihtiyacı rahatlıkla görebiliriz. Türkiye’nin yetişmiş emek gücünü Avrupa’ya çekmek için yapılan haberlerin yerini hızla gerçek trajedi hikâyeleri alıyor. Mutlu Avrupa rüyası anlatılırken bu trajediler yaşanmıyor muydu?

Avrupa vasıflı ya da vasıfsız işçi göçü istemiyor. Ukrayna savaşı mevcut açığı fazlasıyla kapatmış durumda. Bu yüzden Avrupa’nın Meksika duvarı asla yıkılmamalı. Eğer bu duvar yıkılırsa, duvarın yeniden inşa edileceğinin garantisi olmadığı gibi kimse böylesi bir maliyeti düşünmek bile istemiyor. Bu yüzden en iyi ihtimal istikrarın sürmesi gibi görünüyor. Burada da güçlü bir lidere ihtiyaç var ve o liderin kim olduğu çok iyi biliniyor. Hatırlatmakta yarar var, İngiltere’nin Ruanda planı tartışılırken Liz Truss, Türkiye’nin bu plana dahil edilebileceğini söylemişti. Bu Truss’ın kişisel eğilimi miydi? Elbette ki değil. Türkiye’nin ikinci Ruanda olması ihtimali İngiltere sermaye sınıfının eğilimiydi...

Tüm bunlar yaşanırken, AB’nin yeniden görüşme sinyali vermesi Türkiye’nin ekonomik pozisyonuyla da ilişkili. Çin ile karşılaşma hazırlığı yapan vahşi batı, yeni Çin modellerine ihtiyaç duyuyor. Ucuz emek gücüyle Türkiye bu rolü üstlenebilirmiş gibi görünüyor. İktisatçıların itirazlarını duyar gibiyim ama burada sadece Türkiye’ye odaklanmak yanlış. Halihazırda Asya’daki küçük pek çok ülkeye eklemlenmiş bir modelle Çin ikame edilmeye çalışılabilir. Türkiye, bu ülkeler arasındaki yerini alabilir ve mevcut durumda zaten Avrupa için vazgeçilmez bir üretim üssü. Erdoğan, emeğin ucuzlaması ve grev kırıcılığı alanlarında da başarılı bir lider. Muhalefet ise zaten net görünmeyen kendi fotoğrafını iyice bulanıklaştırmış durumda. Akşener’in masadan kalkması tüm öngörü müptelası sermayedarları paniğe sevk etti. Şimdi, soru açık; öngörülebilir bir iktidarla mı yoksa öngörülemeyen bir muhalefetle mi yola devam edilecek? Muhalefet cephesinde yer alanlar için Meral Akşener ve partisinin masaya yeniden dönmeye zorlanması gerekiyor. Yoksa böyle bir bahiste kaybeden tarafta yer alacaklarını ve kaybetme ihtimallerinin yüksek olduğunu düşünüyorlar. 

Her şeyin anlaşılabildiği bir kaos ortamında anlaşılması zor olan şey, bu kadar farklı güç mücadelelerinin işlediği bir denklemde muhalefetin ‘Erdoğan kesin gidecek’ rahatlığı. Bu rahatlığın üzerine maalesef baston, su şişesi ve tuvalet terliği gibi apolitizmden beslenen siyasi bir liberal söylem eklendiğinde AKP iktidarının ekmeğine yağ sürülüyor. Bu liberalizm fırtınasına ABD, İngiltere ve AB’nin yani batı demokrasisinin Türkiye otokrasisine daha fazla tahammül edemeyeceği safsatası ekleniyor. İngiltere, ülkemize demokrasi ihraç eder deniyor. AB ve İngiltere’nin ülkemize ihraç edeceği tek şeyin çöp olduğunu net biçimde gördük. Evet, gerçek anlamda çöpten bahsediyorum. Bu ülkelerin tek derdi yağma ve sömürünün kendi çıkarları lehine devam etmesi. ‘Sosyal Darwinizme’ bir din gibi iman eden İngilizler, şimdi kendi kendilerine soruyor, güçlü kim? Türkiye’de kim gücü eline alacak ve zayıfı ezecek. Güçlünün zayıfı ezdiği bir orman kanunu düzeninde İngilizler zayıf tarafın yanında yer almak istemiyor. Peki, gerçekten güçlü kim?